Osmanlıca Denen Şey Artık Bir Parodinin Dili midir?

(Osmanlıca Denen Şey Artık Bir Parodinin Dili midir?; dunyabizim.com; 19.07.2020)


Orçun Üçer, "Osmanlıca denen şey artık parodinin dilidir, lisan-ı mizahi’dir!" başlıklı bir yazı yayınlamış. Buradan okuyabilirsiniz: 

https://t24.com.tr/k24/yazi/osmanlica-artik-parodinin-dilidir-lisan-i-mizahi-dir,2769

Bu konu hakkında birkaç satır kaleme almak istiyordum bir süredir, vesile oldu. Yazıdan iktibaslar yaparak gidelim:

Yalnız bana mı tuhaf geliyor, yalnız ben mi abartıyorum diye çok düşündüm: Son yıllarda yazılan ve çevrilen kitaplarda “Osmanlıca” denen yapıdan kalma eski sözcüklerin yerli yersiz (çoğunlukla yersiz) kullanıldığını düşünmüyor musunuz? Peki, gereksiz yardımcı fiillerin, insanın kanını beynine sıçratan “-yor olmak”ların Covid-19’dan daha hızlı yayılıp edebiyata (?) kadar girmesine ayar olmuyor musunuz? (“Okuyor olmak”tan gına geldi ama bu başka yazının konusu.)

Öncelikle yalnız kendisine tuhaf gelmediğini, yalnız kendisinin abartmadığını söyleyebilirim. Bu düşüncede olan birçok insan var. Olmasaydı ben bu yazıyı yazma zahmetine katlanmazdım zaten. Hemen belirteyim, bu yazıda yazarın şahsını değil, bu fikri taşıyan kimselerin tümünü hedef alıyorum. Akademik alanda yazma eserler üzerine çalışmış ve takriben 15 yıldır bu işle uğraşan biri olarak benim Osmanlıca’dan anladığım şey Türklerin Anadoluda gelmelerinden itibaren (Eski Anadolu Türkçesi devri de dahil) harf devrimi gerçekleşene kadar Arap harfleriyle yazılan Türkçe. Yazarın "Osmanlıca denen yapı" ile kastettiği şey ise günümüz Türkçesinde arkaik olduğunu farzettiği kelime kadrosunu ve ifade biçimlerini kullanmak. Yani bugünkü Türkçede istemediği ve sevimsiz bulduğu eski sözcükler ve tabirlerden oluşan yapı. "-yor olmak" şeklindeki ifadelerin beyne kan sıçratan eski ifadeler olduğunu söylüyor mesela. Bunun gibi.

Ne öz Türkçeciyim ne de öz Türkçe karşıtı; ben –kendisi de bir ara öz Türkçe yazmaya çalışan Refik Halid gibi– işin estetik yanındayım.

Öz Türkçeciliği bana kısaca tanımla deseler, hassaten Arapça ve Farsça kökenli kelimeler başta olmak üzere yabancı kökenli sözcüklerin dilden ihraç edilip yerine başka kelimeler ikame etme çabası diyebilirim. Yazar öz Türkçeci olmadığını ama buna karşı da olmadığını söylüyor; yani sırf Arapça kökenli diye bir sözcüğü atmaya yanaşmadığını ama bunu yapmaya karşı da olmadığını. Ben öz Türkçeciliğe eskiden beri karşıyım; kullanımda olan kelimelerin atılmasını dile zarar veren bir eylem olduğu kanaatindeyim. Aynı şekilde yeni kelimeleri dışlamaya çalışanlara da muhalifim; ihtiyaca binaen uydurulmuş ve yaygınlık kazanmış birçok sözcük var. Bence işin estetik yanında olmak demek, hem öz Türkçeciliğe hem de dil muhafazakarlığına karşı olmak demektir. Söz gelimi Farsça kökenli "ateş" kelimesini öz Türkçecilik gazıyla sürekli "od" olarak yazmak ya da hem dinimizin dilidir hem de Arapça bildiğimi göstereyim diye devamlı "nâr" olarak yazmak absürtlük meydana getirmekten başka bir işe yaramaz.

Okuma yolculuğumun öğrettiklerinden biri, önemli olanın sözcük seçimi değil, sözdizimi (sentaks) olduğudur. Hangi sözcükleri önceleyerek yazarsanız yazın (ya da çevirirseniz çevirin), dil estetiği demek olan ahengi bilmezseniz, ortaya çıkan metinden hayır gelmeyecektir. Bu da dil bilinci demek olan uyumlu sözcükleri birlikte kullanmakla ilgili bence. Derdim öz Türkçe ya da Osmanlıca kapışması değil.

Bu kısımda mantıksal hata var. Önce sözcük seçiminin önemli olmadığı, sözdiziminin önemli olduğu yazıyor. Halbuki ahengi elde etmekte sözdizimi kadar sözcük seçimi de çok önemlidir. Örneğin bilim dilinde kullanılan "uzay" kelimesi şiir dilinde "feza" ya da "felek" şeklinde kulağa daha hoş gelebilir. Hemen ardından yazar, "dil bilinci demek olan uyumlu sözcükleri birlikte kullanmak" diyerek sözcük seçiminin önemini vurguluyor ve kendisiyle çelişiyor. Muhtemelen sözdizimi ne demek, doğru anlaşılmamış. Sözdizimi, kelimelerin dilbilgisi kurallarına göre cümle içindeki pozisyonlarıdır. Mesela "Ali ata bin" cümlesini sözdizimi olarak değiştirirsem, "Ata bin Ali" yahut "Bin Ali ata" derim. Mevcut kelimelerin düzeni değişir. Kullanacağım sözcükleri seçersem "Ali beygire bin" ya da "Ali ata atla" derim. Sözcük seçimi ve sözcüğün yeri (sözdizimi) beraberce ahengi oluştururlar.

Çevirilerde eski kelimeler kullanmak

Örneğin, Batı dillerinden çevirilerde yaygın olmayan eski sözcükleri görmek (“mütekabil” gibi) yadırgatmıyor mu sizi?

Yaygın olmayan eski sözcükleri görmek iki şekilde olur. Birincisi belagat tabiriyle mehcura ait garabet yapılmasıdır. Frenkçesi paleologism’dir. Terk edilmiş, ölü bir sözcüğü kullanmak bir fesahat kusurudur. ‘Yakıt’a ‘mahrukat’ demek gibi. İkincisi ise tervîcdir. Yani kullanımda olmayan kelimeleri kendi sözdizimine uygun şekilde kullanarak bir anlatım tarzı yaratmaktır. Ona da Frenkler archaism derler. Mesela İhsan Oktay Anar’ın romanlarında gördüğümüz üzere hoş bir üslup meziyetidir. Yazarın kastettiği ilki, yani retoriksel bir kusur olanı. Yaygın olmayan eski sözcüklere örnek olarak ‘mütekabil’i vermiş. Yazının devamında Virginia Woolf’un çevrilen bir kitabından başka örnekler sıralamış: 

Hür, haslet, teamül, tabi olmak, lakin, olay mahalli, hatıratlar, takdir edilesi, muttali olmak, inşa etme ve muhkem kılma, deneyimliyor olmak, sezginin fevkalade zarafeti, ekseriyetle, veçhe, kafayı yemek, haminne, hatıratlar, mütenavip boşluk, muteber tavsiye, haşmetli mazi, mütekerrir vuruşlar, şiirin kendisinden gayrı, cezbe hali, kurmacanın tedrici sanrısı, kuşakların veraseti, duyu ve şerh, tuğyan, sarsak modülasyon, namütenahi, namevcudiyet, tahammül, tahayyül, feraset... 

Eleştiriye konu edilen kitabı okumadan yorum yapmak ne kadar doğru bilmiyorum fakat örneklerin içinde standart bir okurun garipseyeceği kelime ve tabirler var. ‘Mütenavip boşluk’, ‘sarsak modülasyon’, ‘namevcudiyet’ gibi. Özellikle Woolf’tan çevirilen bir kitabın içinde oldukça tuhaf duruyor. Gelgelelim ‘haslet’, ‘lakin’, ‘takdir edilesi’, ‘kafayı yemek’ ‘cezbe hali’ ne açıdan sakıncalı, doğrusu anlamadım. ‘Sevginin fevkalade zarafeti’, ‘kurmacanın tedrici sanrısı’ ise eleştirilmesi şöyle dursun, şiirselliği ile beğenilesi ifadeler. Gördüğünüz üzere yazar ve ben hangi kelimelerin kulak tırmaladığı hususunda anlaşamıyoruz. Türkiye’de bu konuda tamamen anlaşabilecek iki insan bulamazsınız zaten. Dolasıyısıyla "yaygın olmayan eski sözcük" konusunda biraz esnek ve hoşgörülü davranılması lazım. Kime göre ve neye göre yaygın değil, biraz düşünülmeli.

Bazı kelimeler vardır; eskimiştir, unutulmuştur, tarihsel bir nitelik kazanmışlardır. Bunları yazılarında kullanan kişi okunmamak ve anlaşılmamak suretiyle bu nevi sözcükleri kullanmasının bedelini kendisi öder. Bazı kelimeler vardır; eskimiştir, unutulmuştur ama tekrar gün yüzüne çıkmayı bekler. Bazı kalemlerde mevcudiyetini sürdürür. Kullanıldıkça hayata tutunur, hatırlandıkça sevilir. Geçen yıllarda başlayan "lûgat365" projesini hatırlayanınız var mı? Yazarın beğenmediği ‘nâmütenâhî’ler kitapta, kupa bardakta, çantada ahaliye bir estetik malzemesi olarak pazarlandı. Rağbet de buldu. Günlük dilden düşmüş birtakım kelimelere ne kadar hasret kalmışız meğer! Binaenaleyh bunların hepsini bir çırpıda silip atıvermek akıllıca değil, ancak duygusal bir hamle olur. Yazı dilini, konuşma dilinin kelime birikimine göre sınırlandırmak dili fakirleştirmek anlamına gelir. Konuşma dili, yazı dilinden mümkün mertebe istifade ederek kendini zenginleştirir.

Parodi Dili 

Karın ağrıma geleyim: “Osmanlıca” –artık– parodinin dilidir, parodidil’dir, lisan-ı mizahi’dir! (...) Eski, yalnızca sözlüklerde yaşayan sözcükler mizah unsurudur, parodi(nin) dilidir benim için. Bu dili yabancılaştırma etkisi amacıyla kullanırım. Bugün için başkaca işlevi (işlev denecekse) kaldığını da sanmıyorum. Bu konuda günlüklerime çok yazmakla kalmayıp akademisyen, yazar, çevirmen ve yayıncı arkadaşlarımın kafasını da epey ütüledim.

Ben de karın ağrıma geleyim: Bilim, sanat ve felsefe yapılmış bir dönem dilinin kendince anlam zenginliğine ulaşmış kavramlarını kalkıp parodiye indirgenmesi. Misal, yazarın beğenmediği ‘cezbe hali’, günlük dille birebir karşılanmayacak fiziksel ve metafiziksel manalar içerir. Elbette yazar için bu bir mizah unsuru olabilir ve facebook sayfasında takipçilerini eğlendirebilir; buna karışamayız. Bunu yapan ilk kişi kendisi de değil. Bilir misiniz bilmem; bir zamanlar Recai Güllapdan ile İrfan Külyutmaz vardı, onlar da bir tür Osmanlıca parodisi yapıyorlardı. Unutulmaması gereken şey, bir şeyin parodi olması için kasten yapılması şartı. Yazılarında eski kelime kullananlar bunu gülünçlük olsun diye yapmıyorlar. Herkesin farklı nedenleri var. Kimisi düşünce ve duygularını daha iyi ifade ettiği için eşanlamlı kabul edilen sözcüklerden eski olanını yeğler, kimisi günlük konuşma dilinde karşılığı olmadığı için eski kelimeyi kullanmak durumunda kalır, kimisi ise çeşitlilik ve renk katsın diye hepsini beraberce kullanır. Bir şey kaleme alırken sürekli ‘ama’ ve ‘fakat’ kullanırken yazarın kulağını tırmalayan ‘lakin’i de eklesek yazıya zenginlik katmış olmaz mıyız sizce? 

Ömer Seyfettin, Türk Sözü’nün 17 Temmuz 1330 (30 Temmuz 1914) tarihli 15. sayısında yayımlanan “Sağlam Zemin” başlıklı o harika yazısında (pespaye medya diliyle söyleyeyim) bakın ne diyor (...) Ömer Seyfettin başını kaldırsa da şimdi yazanları, hassaten de çevirenleri görse!

Yazının son kısmında Ömer Seyfettin’in dil hakkında görüşlerine değinilmiş ki ele aldığımız yazıyı destekler nitelikte şeyler bulamadım. Yukarıda linkini vermiştim, siz de okuyup kendiniz karar verebilirsiniz. Yazarın, Türk dilinin Osmanlı diyalektiği üzerine tartışacak savları varsa müstakil bir yazı yazmalı.  Seyfettin’in dil hakkındaki görüşlerine gelince, şu kadarını söylemekle iktifa edeyim (yetineyim yani, biraz da ben parodi yapayım): Kişilerin görüşleri kendi içinde bulunduğu şartlar hesaba katılmadan analiz edildiği takdirde doğru anlaşılamaz. Seyfettin’in "Yeni Lisan Hareketi", dilbilimsel referanslara dayanmayan, Türkçülük/milliyetçilik rüzgarlarıyla arzulanan bir dil idealini temsil eder. Ayrıca eski kelimeleri değil, eski söyleyişi, bilhassa süslü nesri hedef almıştır. Çok büyük topraklar kaybeden devleti tekrardan bir Türk yurdu olarak ve yeniden yaşanabilir kılarak inşa etmek isteyen müellifin eski edebiyatın lisanına mizahın lisanı demesi gayet doğaldır. 

Ömer Seyfettin başını kaldırıp şimdi yazanları ve hassaten çevirenleri görse ne derdi bilmiyorum ama şundan eminim ki kendi hikayelerinin başına gelen sadeleştirme cinayetlerini görse harcadığı emeğe üzülürdü.

Hiç yorum yok :