Kronoloji'den Bağımsız Dört Âdem

(Kronoloji'den Bağımsız Dört Âdem; Umran Dergisi, Sayı 187, Mart 2010, sf.70-71)


Son birkaç sayıdır yaptığım menfî eleştiri furyasını sonlandırıp bu ay güzel bir kitabı tanıtmak istedim. Elbette yeni çıkan veya piyasaya bomba gibi düşen bir kitap değil; o tür kitapları sergileyen kitap modacılığını, gazetelerin kitap ekleri ve internet siteleri yaparlar. Bu kitap çok satanlar listesinde gündemi meşgul eden değil; kendi halinde piyasada yer bulmuş, iyi edebiyat okuyucularını bekleyen bir roman.


Bir çok kahramanın anılar vasıtasıyla geriye dönerek yaşlandıkları; yer yer akan, yer yer duran; gündelik hayata ve kültüre göndermeler yapan; yazarın deneme tarzı girişleriyle akışın bozulduğu bir eserden söz edeceğim.

Romanın dört Âdem’inin isimleri: Âdem, Bayram, Cihan ve Oruç’tur. Bölümler halinde yazılmış romanın her kısmında farklı karakterlerin hikâyesi var. Zaman, Cihan’dan Oruç’a geçen hadiseler akışından oluşurken, Âdem ve Bayram gölgede kalıyorlar. Esas olan, zamanın nasıl ilerlediğinden ziyade bizim onu nasıl değerlendirip yaşadığımız olunca, kronolijiden bağımsız dört Âdem’in başından geçenlere, farklı zaman ve mekânlarda tanıklık ediyoruz.

Roman dört farklı kulvarda ilerlerken anlatım biçimi de dört farklı kulvarda ilerliyor. Meselâ Cihan’ın anlatıldığı kısımlar bilhassa diyaloglar vasıtasıyla soluk soluğa bir olaylar zinciri halindeyken, Oruç’un anlatıldığı kısımlar son derece durağan ve edebiyatın şahlandığı cümlelerden oluşuyor. Oruç, diğerlerine göre farkındalığı yüksek olduğu için, hikâyesi teferruata daha müsait.

Kahramanın algısının dışında gerçekleşen ayrıntılarla teşekkül eden edebî yönü de, özellikle Oruç’un anlatıldığı kısımlarda gelişmiş. Meselâ Oruç yatağında yatarken cereyan eden bir şey, “Pencereden gelen soğuk hava, önce tavanın ortasındaki alçı kabartmaya doğru çapraz, sonra soba borusunun altından kapıya doğru düz bir seyir izliyor, biraz ılımış şekilde, kendisine tutunmaya çalışan toz ve kıllarla tuvaletin penceresine, çatıdan gelen bir başka akımın etkisiyle, zikzaklar çizerek ulaşıyordu.” (sf.48). Bu tür cümleleri kurmak, iki zorluğun aşılmasıyla hasıl olur: Birincisi, okuru sıkmamaktır. Okurun kafasını karıştırmadan, münasip kelimeleri yerli yerinde kullanmakla ve ayrıntıya girmiş olmak için cümleyi yok yere uzatmamakla okur metinde tutulur. İkincisi, taklide düşmemektir. Her zaman rastladığımız ve ne olacağını tahmin ettiğimiz sigaranın yanışı, rüzgârın saçları yalaması gibi aşina olduğumuz sahnelerden farklı bir şey görmek ister okur. İşte yazar, romanda çoğunlukla buna muvaffak olmuştur. Romana asıl edebî kıymetini veren işte bu orijinal tasvir başarısıdır. Bu özgünlüğü yakalamak için değişik türden birçok kitabı sindire sindire okumanın beslediği kabiliyetin yanısıra, istidat da olmasının lâzım geldiğini ilâve edelim.

AŞAĞIDAKİ BAĞLANTIDAN YAZININ DEVAMINI OKUYABİLİR VEYA İNDİREBİLİRSİNİZ:

Hiç yorum yok :