“BİLGİ, SİZİN
ONTOLOJİNİZE YAPIŞIK OLANDIR”
Ekrem Sakar: Dine çağrı yapan kurum ve kuruluşların sürekli olarak
Kuran’a ve vahye vurgu yaptığını, canlı Kuran olan Peygamberimize pek
değinmediklerini görüyoruz. Âlemlere rahmet ve âlemlerin yaratılma sebebi olan
peygamber telâkkisinden uzaklaşmamız, tasavvufî hayattan uzaklaşmamızla doğru
orantılı mıdır?
Mahmud Erol Kılıç: Bu ayrımı yapıyor olmaları aslında İslâm düşüncesinde
sekülerizmin gizli bir uzantısı. Çünkü
bu yaklaşımın kökleri de insan algısındaki ve tanımlamasındaki yanlışlıktan
kaynaklanıyor. Modern Müslümanım diyen kimselerin vahiy algısı daha çok soyut
bir kavramsal şemadır. Oysaki geleneksel İslam anlayışında, daha çok tasavvufi
yorumlu anlayışta vahyin muhatabı olan peygamber bir bakıma o vahyin mücessem
halidir. Bu nokta önemlidir ama aynı zamanda tehlikelidir. Bu tehlikeden dolayı
İsevilik çıkmıştır.
Peygamber Efendimizin biyolojik ve tarihsel bir tarafı
vardır; Mekke’de doğmuş ve Medine’de vefat etmiş bir varlıktır. Ancak zuhura
gelen her varlığın aslında hakikati zuhur planında değildir. Her gerçeklik,
felsefecilerin dediği arketipler âlemi, sufilerin dediği misal âleminin
yansımasından ibaret olunca hakikati oradadır. Bir Nebinin kalitesi, keyfiyeti
o nebinin kendi maneviyatıyla irtibatlıdır. Kuran ayrıdır Hz.Muhammed ayrıdır
diyenler; bize esas olan vahiydir, o bir postacıdır diyenler; tamam onu
seviyoruz ama bu kadar büyütmeyin çünkü o olmasaydı bir başkası olurdu, onun
vazifesi vahyi getirmekti, biz vahyi alırız Kuran bize yeter diyenlerde sadece
metine indirgeyen fundementalist anlayış birçok dinde karşılığı olan bir
anlayıştır. İslam’da son zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bir zamanlar Türkiye’de
mealciler vardı ama çok fazla takipçisi kalmadı.
Burada problem peygamberi tanımlamakta kullanılan modelin
yeterli bir peygamber modeli yansıtamamasından kaynaklanmakta. Oysaki sufi
modellemeye baktığımız zaman Hz.Muhammed vahyin mücessem hali. Kuran ancak
Hz.Muhammed ile zuhura geliyor. O arkadaşlar şunu bilemiyorlar ki Hz.Muhammed
olmasaydı bu Kuran olmazdı, başka birisine indirilen başka bir şey olurdu. Bu
Kuran ancak onunla olur. “İnsan ve Kuran ikiz kardeştirler” hadis-i şerifinde
kastedilenin insanın ve Kuranın adeta aynı genleri taşıyan, aynı hakikati
içeren iki varlık kategorisi olduğunu görüyoruz. Tezahürde ayrılık, hakikatte
aynılık var. Kuran inmeden Hz.Muhammed’de vardı, onda açığa çıktı. 23 yılda
nazil olmadı, 23 yılda onun ağzından çıktı. Şeyh-i Ekber İbn-i Arabi Hz.
Fütuhat-ı Mekkiyyeye kabeyi tavaf
ederken hamile kaldı. Bu 37 ciltlik kitap 7 bölümdür, diyor ki “her bir şavtta
bana bir fasıl açıklandı ve kitap bana yüklendi, sonra bana sen bunu ‘print
out’ al dediler, benim de yazıya geçirmem 20 küsür sene aldı”.
Bundan dolayı Kuran-ı Kerimin Efendimizle irtibatlı
düşünülmesi, onun yürüyen Kuran olması, bugün Kuranın elimizde tuttuğumuz mushafa
bu kadar önem verilmemesi önemli. 3.halife zamanında toplanmıştır Kuran, demek
ki devletin birinci derecede önemsediği bir olay değildi mushaflaştırma. Peki,
mücessem hale gelmeden önce Kuran var mı? Var. Nasıl bir Kuran? Medine
sokaklarında dolaşan, namaz kılan, yaşayan canlı bir Kuran. Sonra kitaplaşıyor,
modern zamanlarda da bilmem kaç kuruş hale geliyor ama biz buna Kuran
demiyoruz. Sufiler buna “Mushaf” diyorlar. “Şüphesiz O Kuran gizli, bir kitabın
içindedir” âyeti var. Allah bir kitabı bohçalayarak göndermiştir. O yüzden
sufiler Levh-i mahfuz - Ummü’l kitab – Furkan – Kuran - Mushaf diye inerler. Bizim elimizde
tuttuğumuz mushafın içindedir Kuran. Ben Arapça biliyorum, şu hocalardan
okuyorum diyen birisi mushafa dokunabilir, Kurana dokunamaz.
E.S: Tasavvufi eserleri okuyacak kişilerin herhangi bir metot
takip etmeksizin yorum yapmaları sakıncalı mıdır? Hz.Mevlana’nın “şarabı üzüm
suyu zannederler” yakıştırması bugün neşriyat imkânlarının artmasıyla daha sık
mı gözleniyor?
M.E.K: “Her sözün bir yeri, her meydanın da bir eri vardır”
şeklinde Arapça bir söz vardır. Söz yerinde güzeldir, yerinde olmayan sözü
kullanana deli derler. Ayet-i Kerimede “Eve kapılarından giriniz” der. Bu,
Descartes’in “Metodoloji” kitabını yazmasından çok daha evvel inmiş bir
ayettir. Allah niye böyle bir ayet indirdi? Zaten eve kapıdan girilir. Bu
metodolojik bir ayettir. Her ilmin ve konunun kapısı vardır, o kapıdan bir sürece
girilir, o süreç sonucunda istidadın ve kabiliyetin varsa performansına bağlı
olarak başarılı olursun veya olmazsın. Tasavvuf bir metodik ilimdir; kapısı,
koridoru, bekleme salonu ve huzura kabul salonu vardır. O süreç izlenir. Her
ilmin bir ustasının olması çok doğaldır. Ustasız ilim öğrenilemez. Her çırak
önce kalfa sonra usta olur. Bugün araba kullanmasını dahi ehliyet kursunda,
yanınıza verdikleri direksiyon hocasıyla öğrenirsiniz. Bundan dolayı da hiç
kimse “arabayla arama niye girdin, Allah’la arama niye girdin?” dememektedir.
Paşa paşa o dersi aldıktan sonra arabasını kullanır. Biz erkekler berberin
önüne otururuz, berber usturayla gırtlağımızın üzerinde dolaşır. Bir yanlış
hareketiyle bir saniyede ölmemiz mümkündür. Kimse berbere itiraz etmez, etse
kovarlar. Ölünün ölü yıkayıcıya teslim olduğu gibi teslim olunur. “Allah’la
arama niye giriyorsun ey berber, şirktir bu!” diyen adama defol git derler.
Burada teslim olmayı kabul ediyor berbere, diniyle ahiretiyle ilgili bir konuda
bir bilene teslim olmayı şirk sayıyor. Bunu anlamak mümkün değil.
AŞAĞIDAKİ BAĞLANTIDAN RÖPORTAJIN DEVAMINI OKUYABİLİR VEYA RÖPORTAJI İNDİREBİLİRSİNİZ:
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder