Prof.Dr.Mahmud Erol Kılıç

(Ayraç Dergisi, Sayı 36, Ocak 2013, sf.15-22)


“BİLGİ, SİZİN ONTOLOJİNİZE YAPIŞIK OLANDIR”

Ekrem Sakar: Dine çağrı yapan kurum ve kuruluşların sürekli olarak Kuran’a ve vahye vurgu yaptığını, canlı Kuran olan Peygamberimize pek değinmediklerini görüyoruz. Âlemlere rahmet ve âlemlerin yaratılma sebebi olan peygamber telâkkisinden uzaklaşmamız, tasavvufî hayattan uzaklaşmamızla doğru orantılı mıdır?

Mahmud Erol Kılıç: Bu ayrımı yapıyor olmaları aslında İslâm düşüncesinde sekülerizmin gizli bir uzantısı.  Çünkü bu yaklaşımın kökleri de insan algısındaki ve tanımlamasındaki yanlışlıktan kaynaklanıyor. Modern Müslümanım diyen kimselerin vahiy algısı daha çok soyut bir kavramsal şemadır. Oysaki geleneksel İslam anlayışında, daha çok tasavvufi yorumlu anlayışta vahyin muhatabı olan peygamber bir bakıma o vahyin mücessem halidir. Bu nokta önemlidir ama aynı zamanda tehlikelidir. Bu tehlikeden dolayı İsevilik çıkmıştır.

Peygamber Efendimizin biyolojik ve tarihsel bir tarafı vardır; Mekke’de doğmuş ve Medine’de vefat etmiş bir varlıktır. Ancak zuhura gelen her varlığın aslında hakikati zuhur planında değildir. Her gerçeklik, felsefecilerin dediği arketipler âlemi, sufilerin dediği misal âleminin yansımasından ibaret olunca hakikati oradadır. Bir Nebinin kalitesi, keyfiyeti o nebinin kendi maneviyatıyla irtibatlıdır. Kuran ayrıdır Hz.Muhammed ayrıdır diyenler; bize esas olan vahiydir, o bir postacıdır diyenler; tamam onu seviyoruz ama bu kadar büyütmeyin çünkü o olmasaydı bir başkası olurdu, onun vazifesi vahyi getirmekti, biz vahyi alırız Kuran bize yeter diyenlerde sadece metine indirgeyen fundementalist anlayış birçok dinde karşılığı olan bir anlayıştır. İslam’da son zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bir zamanlar Türkiye’de mealciler vardı ama çok fazla takipçisi kalmadı.

Burada problem peygamberi tanımlamakta kullanılan modelin yeterli bir peygamber modeli yansıtamamasından kaynaklanmakta. Oysaki sufi modellemeye baktığımız zaman Hz.Muhammed vahyin mücessem hali. Kuran ancak Hz.Muhammed ile zuhura geliyor. O arkadaşlar şunu bilemiyorlar ki Hz.Muhammed olmasaydı bu Kuran olmazdı, başka birisine indirilen başka bir şey olurdu. Bu Kuran ancak onunla olur. “İnsan ve Kuran ikiz kardeştirler” hadis-i şerifinde kastedilenin insanın ve Kuranın adeta aynı genleri taşıyan, aynı hakikati içeren iki varlık kategorisi olduğunu görüyoruz. Tezahürde ayrılık, hakikatte aynılık var. Kuran inmeden Hz.Muhammed’de vardı, onda açığa çıktı. 23 yılda nazil olmadı, 23 yılda onun ağzından çıktı. Şeyh-i Ekber İbn-i Arabi Hz. Fütuhat-ı Mekkiyyeye  kabeyi tavaf ederken hamile kaldı. Bu 37 ciltlik kitap 7 bölümdür, diyor ki “her bir şavtta bana bir fasıl açıklandı ve kitap bana yüklendi, sonra bana sen bunu ‘print out’ al dediler, benim de yazıya geçirmem 20 küsür sene aldı”.

Bundan dolayı Kuran-ı Kerimin Efendimizle irtibatlı düşünülmesi, onun yürüyen Kuran olması, bugün Kuranın elimizde tuttuğumuz mushafa bu kadar önem verilmemesi önemli. 3.halife zamanında toplanmıştır Kuran, demek ki devletin birinci derecede önemsediği bir olay değildi mushaflaştırma. Peki, mücessem hale gelmeden önce Kuran var mı? Var. Nasıl bir Kuran? Medine sokaklarında dolaşan, namaz kılan, yaşayan canlı bir Kuran. Sonra kitaplaşıyor, modern zamanlarda da bilmem kaç kuruş hale geliyor ama biz buna Kuran demiyoruz. Sufiler buna “Mushaf” diyorlar. “Şüphesiz O Kuran gizli, bir kitabın içindedir” âyeti var. Allah bir kitabı bohçalayarak göndermiştir. O yüzden sufiler Levh-i mahfuz - Ummü’l kitab – Furkan – Kuran  - Mushaf diye inerler. Bizim elimizde tuttuğumuz mushafın içindedir Kuran. Ben Arapça biliyorum, şu hocalardan okuyorum diyen birisi mushafa dokunabilir, Kurana dokunamaz.

E.S: Tasavvufi eserleri okuyacak kişilerin herhangi bir metot takip etmeksizin yorum yapmaları sakıncalı mıdır? Hz.Mevlana’nın “şarabı üzüm suyu zannederler” yakıştırması bugün neşriyat imkânlarının artmasıyla daha sık mı gözleniyor?

M.E.K: “Her sözün bir yeri, her meydanın da bir eri vardır” şeklinde Arapça bir söz vardır. Söz yerinde güzeldir, yerinde olmayan sözü kullanana deli derler. Ayet-i Kerimede “Eve kapılarından giriniz” der. Bu, Descartes’in “Metodoloji” kitabını yazmasından çok daha evvel inmiş bir ayettir. Allah niye böyle bir ayet indirdi? Zaten eve kapıdan girilir. Bu metodolojik bir ayettir. Her ilmin ve konunun kapısı vardır, o kapıdan bir sürece girilir, o süreç sonucunda istidadın ve kabiliyetin varsa performansına bağlı olarak başarılı olursun veya olmazsın. Tasavvuf bir metodik ilimdir; kapısı, koridoru, bekleme salonu ve huzura kabul salonu vardır. O süreç izlenir. Her ilmin bir ustasının olması çok doğaldır. Ustasız ilim öğrenilemez. Her çırak önce kalfa sonra usta olur. Bugün araba kullanmasını dahi ehliyet kursunda, yanınıza verdikleri direksiyon hocasıyla öğrenirsiniz. Bundan dolayı da hiç kimse “arabayla arama niye girdin, Allah’la arama niye girdin?” dememektedir. Paşa paşa o dersi aldıktan sonra arabasını kullanır. Biz erkekler berberin önüne otururuz, berber usturayla gırtlağımızın üzerinde dolaşır. Bir yanlış hareketiyle bir saniyede ölmemiz mümkündür. Kimse berbere itiraz etmez, etse kovarlar. Ölünün ölü yıkayıcıya teslim olduğu gibi teslim olunur. “Allah’la arama niye giriyorsun ey berber, şirktir bu!” diyen adama defol git derler. Burada teslim olmayı kabul ediyor berbere, diniyle ahiretiyle ilgili bir konuda bir bilene teslim olmayı şirk sayıyor. Bunu anlamak mümkün değil.


AŞAĞIDAKİ BAĞLANTIDAN RÖPORTAJIN DEVAMINI OKUYABİLİR VEYA RÖPORTAJI İNDİREBİLİRSİNİZ:



Hiç yorum yok :