İz Bırakanlar: Mehmed Akif Ersoy

(İz Bırakanlar: Mehmed Akif Ersoy; Çatı Dergisi, Sayı 3, Mart 2011, sf.102-107)

Mehmed Akif Ersoy adı, bilinen ve asgari ölçüde tanınan bir isimdir. Bunun en büyük sebebi, büyük bir şair veya büyük bir adam olması değil, İstiklâl Marşı şairi olmasıdır.
Bilinen bir isim olduğundan dolayı, hayatına kısaca değinip asıl düşünmemiz gereken taraflarını ele alacağız.
Hayatı


Asıl adı Mehmet Ragif olan Mehmed Akif 1873 yılında İstanbul’da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefâtı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâtı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı.
Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedâvisi için bir hayli dolaştı. Bu müddet zarfında halkla temasta bulundu. Âkif’in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 târihine kadar devam eder.

Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn’da edebiyat dersleri vermiştir.
1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedârı M. Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi.
Âkif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sâhasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun neşriyat âlemine girişi daha fazla 1908′de İkinci Meşrutiyetin îlânıyla başlar. Bu târihten itibaren şiirlerini Sırât-ı Müstakîm’de yayınlanır.

1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı’nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.
1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur’ân-ı kerîm tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza tutuldu. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan’a gitti. Ağustos 1936′da Antakya’ya geldi. Mısır’a hasta olarak döndü.
Hastalık onu harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. İstanbul’a geldi. Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.

Akif’e Başka Pencerelerden Bakmak

Şair Olarak

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiği için diğer yaptığı işler göz ardı edilir. Yalnızca Fatih olarak anılır. Eğer İstanbul’u fethetmeseydi, yine dünyanın en büyük liderlerinden birisi olmayacak mıydı?

Akif de, İstiklâl Marşını yazmamış dahi olsaydı, yine de son dönemin en büyük şairlerinden birisi olacaktı. Şairliğinin büyüklüğüne Safahat adlı eseri delildir.
Sanatını idealleri uğruna kullandığı için eleştirenler olmuştur. O buhranlı devirde, sanat için sanat yapmak budalalığına düşmediği için eleştirilir. Varsın tenkid etsinler. Neticede eleştiren de, eleştirilen de şu ânda toprağın altında. Birisi milleti uyandırdığı için hayırla yad edilir, ötekisi yalnızca bir şair olarak…

Ayrıca idealleri uğruna sanatını kullananların sanatsallıktan ne kadar uzaklaştıklarını, bağırma-çağırma edebiyatı yaptıklarını görürüz. Meselâ Mehmed Emin Yurdakul’un şiirleri böyledir. Lâkin Akif sanatını toplum için kullanmasına rağmen, şiirleri yüksek sanat vasfını kaybetmemiştir. Hâlâ dilimizde gezen mısraları bunun apaçık ispatıdır.

Fikir Adamı Olarak

Yabancı lisan bilen, Avrupa’yı ve İslâm ülkelerini dolaşmış bir mütefekkirdir aynı zamanda. Edindiği bilgileri kâğıt üzerinde bırakmamış, davranış haline getirmiş müstesna bir şahsiyettir.
Kendi zamanında cemiyetin tembellik ve umursamazlık illetine tutulup bunu ‘tevekkül’ olarak adlandırması üzerine, şiddetle sesini yükselten bir münevverdir. Eskitilen İslâm medeniyetini görüp isyankâr bir havayla yazmıştır şiirlerini. Toplumun dikkatini çekmek için sanatını kullanmıştır.
Fikirlerini yalnızca şiirleriyle değil, nesirleriyle de yaymıştır. O zamanın kafa karıştıran ve bir nevi bocalama hali olarak niteleyebileceğimiz ahvaline rağmen, bugün bile ders çıkartmamız gereken sağlam ve olgun fikirler ortaya koymuştur.

Dindar Olarak

Akif, o zamanlar hakim olan başlıca üç akımın içinde, İslâmcılık akımına dahil edilir. Aslında Akif’in siyasî ideolojilerle işi yoktur. O, hakiki bir Müslüman gibi yaşayan, milletinin istikbalini için de adam gibi bir İslâm telakkisini yerleştirmek isteyen, bu uğurda savaşan bir adamdı.
Mehmed Akif’in gözardı edilen en büyük özelliklerinden bir tanesi de müfessirliğidir. Tefsir yazdığını ya çoğu kişi bilmez yahut bilenler önemsemez. Hâlbuki Akif çok önemli bir müfessirdir. Meselâ ‘Asr Suresi’ni şiirle enfes bir şekilde tefsir etmiştir. Kuran-ı Kerim’i fevkalâde bilir.
Hasılıkelâm Akif’i salt İstiklâl şairi olarak değil, her yönden bakabilirsek anlamaya muktedir olabiliriz. Muayyen çerçeveye sığdırılamayacak, o kadar renkli bir kişiliği vardır ki, aynı zamanda sportmen bir insandır. At biniciliği ve pehlivanlığı da vardır.

Hakkında Yanlış Bilinenlerden Birisi: Mısır’a Gidişi

O zamanlar Mısır, önemli bir ilim merkezidir. Nitekim Akif de Mısır’da ilmî çalışmalar yapmıştır.
Kuran-ı Kerim’i nazmen Türkçeye çevirme faaliyetine de burada yoğunlaşmıştır. Lâkin bunu bilâhare ortadan kaybolmuştur. Bir rivayete göre ezanın Türkçe okunmasına dair kanun çıktıktan sonra, Kuran dilinin yerine de Türkçesini koyacaklar diye yok ettiğidir. Yok etmeyip de emin birisine tevdi ettiği de rivayet edilir.
İslâm’da bir belde, darü’l İslâm ise, işgâl edilse de diyar-ı İslâmdır. Akif Mısır’a gittiğinde, evinin içerisinde bir odadan başka bir odaya gitmiş gibidir.
Akif’e Mısır’a gitti diyenler, başka bir yere kaçmış gibi anlam yüklerler. Bir Müslümanın 1920-1940 yılları arasında yapılan despotça İslâm aleyhtarlığını hazmedememesinden tabii bir şey yoktur. Gitmesini doğal karşılamak lâzımdır. Sadece bir sebebe bağlamamak lâzımdır.

Kızından Bir Hatıra

Kızı Cemile anlatıyor:
Heybeliada’ya gelince babam hemen bir çamın altına oturur, arkasını çama dayar, saatlerce burada dalardı. İki saat, üç saat geçer, bir kelime konuşmazdı. Nefes aldığı bile işitilmeyecek kadar dikkat ve huşu içinde yalnız gözleri hareket ediyordu. Ortalık kararıyor yahut gece yarısı olur. Artık “baba gidelim”, derim, “peki!” der. Fakat gene oturur. Biraz sonra gene tekrar ederim. Yavaş yavaş harekete gelir, hiç de oradan ayrılmak istemeyerek bastonuna dayana dayana eve dönerdik.

Bir gün mektebe giderken çantamın eskiliğinden dolayı ağlamıştım. Onun üzerine babam bize bir çocukluk hatırasını nakletti:

Babam beni İdadi Mektebi’ne yazdırmak üzere götürdü. Kaydettiler. Fakat mektebe verilmesi lazım gelen bir para istediler. Babamın parası yetmedi. Baktım, çok canı sıkıldı. Evirip çevirip saatine bakmağa başladı.
“Baba, neye saate bakıyorsun?” dedim.
“Bu gümüştür”, dedi; “bunu rehin verirsem istedikleri parayı bulabilirim.”
Babamın beni okutmak için gösterdiği bu fedakarlık karşısında çok müteessir oldum. Ağlamaya başladım. “Baba”, dedim, “ben mektepten vazgeçtim. Haydi gidelim”. İşte çocuklar biz bu şartlar altında okuduk. Siz şimdi çantanızın rengi biraz solmuş diye ağlıyorsunuz.
“Peki baba sonra ne oldu? Mektebe gitmediniz mi?” diye sordum.
Gittim. Babamın parasının çıkışmadığını görünce güvendiler. Sonra verirsiniz, dediler.


***


Safahat’ın Beşinci Kitabından Bir Şiir

O mü'minlere ind'allah ecr-i azîm var ki: Birtakım kimseler kendilerine "Düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar; onlardan korkmalısınız" dedikleri zaman, bu haber îmanlarını artırır da: Allah'ın nusreti bize kâfidir, o ne güzel muhafızdır!" derler.

(Âli İmrân Sûresi, 173.âyet)








Şehâmet dîni, gayret dîni ancak Müslümanlık'tır;
Hakîki Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.
Cebânet, meskenet, dünyâda, sığmaz ruh-İslâm'a...
Kitâbullâh 'ı işhâd eyledim - gördün ya - da 'vâma.
Görürsün, hissedersin varsa vicdanınla îmânın:
Ne müdhiş bir hamaset çarpıyor göğsünde Kur'ân'ın!
O vicdan nerdedir, lâkin? O îman kimde var? Heyhat!
Ne olmuş, ben de bilmem, pek karanlık şimdi hissiyyât!
O îmandan velev pek az nasîb olsaydı millette,
Şu üç yüz elli milyon halkı görmezdin bu zillette!
O îman ittihâd isterdi bizden, vahdet isterdi...
Nasıl "bünyân-ı mersûs" olmamız lâzımsa gösterdi.
Peki! Bizler ne yaptık? Kol kol olduk, tarumar olduk...
Nihayet bir denî sadmeyle düştük, hâk-sâr olduk!
O îman kuvvet ihzariyle emretmişti... Lâkin, biz
" Tevekkelnâ" deyip yattık da kaldık böyle en âciz!
O îman, farz-ı kat’idir diyor tahsili irfanın...
Ne câhil kavmiyiz biz müslümanlar, şimdi, dünyânın!
O îman hüsn-i hulkun en büyük hâmîsi olmuşken...
Nemiz vardır fezâilden, nemiz eksik rezâilden?

Demek: İslâm'ın ancak nâmı kalmış müslümanlarda;

Bu yüzdenmiş, demek, hüsrân-ı millî son zamanlarda.
Eğer çiğnenmemek isterseler seylâb-ı eyyama;
Rücû' etsinler artık müslümanlar Sadr-ı İslâm 'a.
O devrin yâd-ı nûrânûru bî-pâyan şehâmettir;
Mefahir onların târihidir; ümmet o ümmettir.
Ki bir yandan celâdetler saçıp dünyâyı titretmiş;
Öbür yandan da insanlık nedir dünyâya öğretmiş.
Değilmiş böyle mahkûmiyyetin timsâl-i pâmâli!
Şevâhikten tenezzül eylemezmiş arş-ı iclâli.
" Tevekkül" vasfı ancak onların hakkında ma 'nîdâr:
Ki etmiş hepsi dünyâlar kadar âlâmı istihkar.
Çekinmezmiş şedâid yağsa, asla, iktihâmından;
Zeminlerden ölüm fışkırsa dönmezmiş meramından.
"Hakîkî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır"
Demiştim... İşte da'vâm onların hakkında sâdıktır.
17 Eylül 1914
Şiirin Tahlili

Birinci Kısım

Şuurlu cesaret dininin ancak Müslümanlık olduğunu söylüyor Akif. Cesaretin şuurlu olması önemli, çünkü gözü kapalı olanına “budala cesareti” veya “deli cesareti” derler. Müslüman, niçin cesur olması gerektiğinin şuurundadır. Bundan dolayı gerek nefsiyle olan büyük cihadında, gerek ehl-i küfürle olan cihadında mücadeleden asla geri kalmaz.

Bu zamanda etraf Müslüman dolu olduğu hâlde Akif’i şikâyete iten sebep ne olacak diye soracak olursak, ‘İslâmın hakkıyla yaşanmaması’nın olduğunu ikinci mısrada görürüz. İnsan ya Müslümandır yahut değildir; lâkin İslâm’ın emrettiği gibi yaşamayıp ‘Müslümanım’ diyenler yüzünden, asıl Müslüman olanlar için “hakiki” sıfatını kullanmaya mecbur kalmış. Günümüzde, kimliğinde Müslüman yazanlar, ama hâl ve hareketleriyle İslâm’a taban tabana zıt hayat formlarına sahip olanlar da böyledir meselâ.

Üçüncü mısraında İslâm dininin ruhuna korkaklık ve miskinliğin sığmayacağını söylerken, bir bakıma önceki söylediklerini pekiştirmiş. Demin Müslümandan bahsolunurken, şimdi mevzubahis olan İslâm. Yani, Müslümanın niçin cesaretli olması gerektiği, neden cesur olmayanın hakiki Müslüman olamayacağı sualinin bir bakıma cevabı. İslâm dini asla ve kat’a birtakım çevrelerin yansıttığı gibi korkaklığı ve miskinliği emretmez; bilâkis bunları yasaklar.

Kitabullah’ı yani Kur’an-ı Kerim’i de davasına şahit tuttuğunu belirtir dördüncü mısrada. Safahat’ın beşinci kitabının başındaki şiirler, ayetle başlar; bu şekilde Akif iddia ettiklerinin dayanağını daha baştan koymuş olur. İki kısa çizgi arasında vurguladığı gibi direkt olarak okura hitap etmektedir. Namık Kemal ile edebiyatımızda kullanılmaya başlayan ve bilhassa Millî Mücadele yıllarında sıkça başvurulan hitap etme tekniği, Akif’in de şiirlerinde ekseriyetle başvurduğu bir anlatım şeklidir.

Beşinci ve altıncı mısralarda okura seslenmeye devam eden şair, ‘Kuran’ın göğsünde çarpan müthiş kahramanlığı görebilmen için vicdanın ve imanın olması lâzım’ diyor. Kur’an’a vakıf olabilmek, bir müsteşrikin ulaşamadığı manevî lezzetlere ulaşabilmek için elbette iman şart. İmanın yanında bir de vicdandan söz etmesi kayda değer; zira vicdan kelimesi, inancımızda, Allah’ın insana doğru yolu göstermekle görevlendirdiği rahmanî bir güçtür.

Akif, yedinci ve sekizinci mısralarda, o vicdanın ve imanın kimsede olmadığından yakınır, “yazık!” der. Duyguların karanlık içerisinde olmasının sebebini kendisinin de bilmediğini söyler. Karanlık sözcüğü mühimdir; çünkü karanlık hem kötülüğü hem de kaybolmayı temsil eder.

Sekizinci ve dokuzuncu mısralarda, ‘millette mezkûr imandan çok az bile olsaydı, üç yüz elli milyon halk horlanmış hâlde olmazdı’ der. ‘O imanın “pek az”ı bile, milletimizi zillete düşürmeyecek kadar kifayetli olunca, iman bizatihi ne kadar büyük bir kuvvet, siz düşünün’ demeye getiriyor bir açıdan. Sonra ise, Akif’in siyasî fikirlerini yanlış yorumlayanlara cevap olabilecek nitelikte bir rakam görürüz: üç yüz elli milyon. Bu rakam o zamanki İslâm âleminin ortalama nüfusudur. İşte Akif’in daima millet olarak kastettiği âlem-i İslâm’dır. Şiirin yazıldığı tarih 1914 ve Osmanlı Devleti Avrupa’dan ve Afrika’dan çekilmiş, Orta Doğu topraklarının ise çoğu elinden çıkmış hâldedir. Kendi hudutları dâhilinde olmadığı hâlde tüm Müslümanları tek bir millet olarak kabul eder. Ne acıdır ki, şimdikilerin millet telâkkisi Lozan Antlaşmasıyla çizilen sınırlara tâbidir.

Bilâhare gelen onuncu ve on birinci mısralarda “çöküş sebebimizi” bir nev’i hülâsa eder. İmanın bizden birlik istediğini; perçinlenmiş, yekpare bir bina olmamız lâzımsa, onu gösterdiğini anlatır. Hakikatten de iman bizden vahdet ister. Gerek Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde Allah-u Teâlâ, gerek çeşitli hadis-i şeriflerinde Rasulullah Efendimiz, vahdetin ehemmiyetini vurgulamışlardır. İmanımız gereği, insanlar arasında üstünlüğün takvada olduğuna, Arap’ın aceme (Arap olmayan) ve acemin Araba üstün olmadığına inandık deriz; lâkin iş tatbikata geldiğinde sınıfta kalırız. Asr-ı Saadetteki vahdet tablosu bizim için yegâne örnektir.

Alçakça bir vuruş neticesinde parça parça ve darmadağın şekilde yerle bir olduk der Akif on ikinci ve on üçüncü mısralarında. Fransız İhtilalinin getirdiği “hürriyet rüzgârları”, Peygamber Efendimizin şiddetle yasakladığı kavmiyetçilik duygularını yeniden alevlendirmişti. Bu kıvılcımın üzerine bir de dünya hırsına kapılan İslâm devleti reislerinin yanlış politikaları ve Batılıların gizli oyunları da odun atmak gibi oldu. Yutamadığı yemeği parçalamak isteyen Batı, kol gücünü bir kenara bırakıp fikrî cepheden böyle bir tuzak kurmuş ve başarılı olmuştur. Türklerin ve Arapların tek millet olması bir yana, Filistin meselesinde bile Arapların birbirleriyle nasıl ters düştüğünü teessürle izliyoruz.

On dördüncü ve on beşinci mısralarda özeleştirisini bir vites yükseltir Akif. İmanın bizden kuvvet toplamayı emrettiğini, buna mukabil bizim “tevekkül ettik” diyerek yatmamızdan, nitekim aciz bir duruma düşmemizden yakınır. Safahat’ın birçok yerinde bu tevekkül bahsi geçer. Akif, tevekkülü “hiçbir şey yapmayıp Allah’ı bütün ihtiyaçlarımızı görmeye mecbur görmek” budalalığına düşenleri şiddetle tenkid eder. Kavramı kendi keyfimize göre yorumlayıp, tembelliğimize kılıf olarak kullandığımızdan şikâyetçidir. Bizi aciz duruma getiren işbu tembelliktir.

Takip eden dört mısrada; imanın, irfan tahsilini kesin farz kıldığını; yine imanın, ahlâk güzelliğinin en büyük koruyucusu olmasına rağmen Müslümanlar olarak dünyanın cahil bir milletleri derekesine indiğimizi; faziletlerin tümünden yoksun, rezilliklerin ise hepsine duçar olduğumuzu söyler. Malûm olduğu üzere şimdi eğitim-öğretim olarak adlandırdığımız tahsil programına maarif adını verirdik. İrfanla yükselen bir milletken, cahillik illetine tutulup geride kaldık. Bizi Viyana kapılarına dayandıran gücün İslâm olduğunu unuttuk, Yeşilköy’e kadar çekilişimizin suçunu da cehaletimize değil İslâm’a attık. ‘Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim’ diye buyuran Peygamberin ümmeti olduğumuz hâlde, toplumumuzda erdemli davranışlardan eser kalmadı. Halâ devam etmiyor mu? İslâm güzel ahlâkın reçetesi olduğu hâlde, cemiyetimizin düştüğü ahlâksızlıktan dem vurup yine çareyi dinsizliğin içinde arıyoruz.

İkinci Kısım

İkinci bölümün ilk dört mısraında; İslâm’ın ancak adının kaldığını, milletçe kayıplarımızın işte bu yüzden olduğunu, Müslümanlar zamanımızın sellerinde çiğnenmek istemiyorsalar İslâm’ın ilk devresine dönülmesi gerektiğini söyler. Birinci kısmın bütününü özetler mahiyette, geri kalışımızın yegâne sebebinin “İslâm’ın ancak adının kalması” yani dinimizin hakkıyla yaşanmaması olduğunu belirttikten sonra, kurutuluşun da ancak ve ancak İslâm’ın ilk devresinde yani “Asr-ı Saadette” olduğunu anlatır.

Bu mısraları müteakiben gelen diğer dört mısraında Akif; o devrin nurlu hatırasının sayısız yiğitlikle dolu olduğunu; övünülecek tarihin o tarih, övünülecek ümmetin de o ümmet olduğunu; bir yandan kahramanlıklar gösterip dünyayı titrettiğini; öbür yandan insanlığın ne olduğunu dünyaya öğrettiğini söyler. Gerçekten de İslâm tarihi tetkik ettiğimizde görürüz ki, Asr-ı Saadet diye adlandırdığımız devirdeki ashabın yiğitlik dolu hikâyeleri çoktur. Asıl övünülecek tarih ve millet de o zamana aittir; çünkü onlar dünyaya zulmü dağıtmak için yayılmışlar, kâfirlerin baş belâsı olmuşlardır. Ayrıca hâkimiyet kurdukları memleketlerdeki halka davranış biçimleriyle de tüm dünyaya “insanlık” dersi vermişlerdir.

Daha sonra gelen altı mısrada, şairimiz, o zamanın büyükleriyle bizi mukayese ediyor. ‘Onlar böyle ayaklar altına mahkûm olmanın sembolü değilmiş, yüceldikleri makam zirvelerden hiç aşağı düşmezmiş, “tevekkül” vasfının gerçek manası ancak onlarda imiş Ki hepsi de acıları dünyalar kadar küçümsemiş, onlar belâ yağsa katlanmaktan asla çekinmezmiş, yerlerden ölüm fışkırsa istediğinden dönmezmiş. ‘ diye tasvir eder. Son asırlarda aldığımız mağlubiyetler bir yenilgi sembolü olmamıza yol açmıştır. Bir zamanlar Avrupa’ya hâkim olan Osmanlıyı, gerilerken “hasta adam” olarak isimlendirmiştir Avrupa. Tevekkülün gerçek anlamı, basitçe ifade etmek gerekirse elden geleni yapıp takdiri Allah’tan beklemeyi de yapan onlardı, biz ise kendi mükellefiyetlerimizi Allah’a yüklemeye tevekkül dedik. Ashabın çektiği acıları zaten biliyoruz. Ailesi gözleri önünde katledilenlerden tutun, senelerce açlık çekenlere kadar hepsi dinleri uğruna nice eziyetlere katlanmalarına rağmen asla geri adım atmamışlardır.

Son iki mısraında Akif, şiirin başında en büyük kahramanlığın hakikî Müslümanlık olduğunu söylediğini ve şiirin geri kalan kısmında iddiasının doğruluğunu nasıl ortaya koyduğunu söyler. İddiasını doğrulayan “onlar” elbette hakikî Müslüman olarak tavsif ettiği Asr-ı Saadet toplumudur.

***

Akif’in şiirlerindeki “kompozisyon” özelliğini bu şiirinde açıkça görmemiz mümkün. Rezil bir durumda bulunduğumuzun altını çizerek, kurtuluşun nasıl olduğunu izaha girişiyor. Ortaya sürdüğü çarelerin haklılık taraflarını sunmayı da ihmal etmiyor.

Şiir hem asrına hem de asrımıza birçok şey söylüyor. Hülâsaten anlattığı; problemlerin kaynağının İslâmiyet’ten uzaklaşmamız olduğu, çaresinin ise hakikî Müslümanların hayatlarını örnek almamızda yattığı. Tüm bunları estetik bir şekilde verebilme kabiliyeti de onu Mehmed Akif yapıyor…

Hiç yorum yok :