Agâh Sırrı Levend ile "Sadeleştirme" Üzerine

(Agâh Sırrı Levend ile Dilde Sadeleştirme Mevzuu Üzerine Konuştuk; dunyabizim.com; 25.04.2016)





"Sadeleştirme" kavramı aslında bir dilde yazılmış bir yazıyı "anlaşılır kılma" faaliyetini ifade eder. Yani anlaşılmayan kelimelerin değiştirilmesi, karmaşık cümlelerin basit hale getirilmesi, muğlak ifadelerin açıklığa kavuşturulması gibi muhtelif eylemleri karşılayan bir mefhumdur. Bu bakımdan lisanın bizatihi kendisinin sadeleşip sadeleşemeyeceği tartışılabilecek bir mesele olarak dururken, dildeki kelimelerin başka sözcüklerle değiştirilmesini sadeleştirme olarak tanımlayanlar olduğu için biz de bu kavramı kullanmaya devam ediyoruz. Bunu yaparken de Türkçenin  "anlaşılmaz" bir durumda olduğunu peşinen kabul etmiş oluyoruz. Bittabi burada mevzubahis olan konuşulan dil değil, yazı dili. Bu anlaşılmayan yazı dilinin hangi yazıları kapsadığı, kimler tarafından ne ölçüde anlaşılmadığı mevzuları da muallâkta. Neticede - adına ister sadeleştirme denilsin ister tasfiye denilsin - Türk yazı dili kelime haznesinin ve dolayısıyla konuşma dili kadrosunun değiştirilmesi söz konusu. Lâfı daha fazla uzatmayalım ve sözü bu konuda kafa yormuş, birçok yazı kaleme almış Agâh Sırrı Levend'e bırakalım.

Yazı Dilinin sadeleşmesini nereden ve kimlerle başlatabiliriz?

Yazı dilinin sadeleşmesi yolunda ilk teşebbüse girişen Reşid Paşa’dır. Reşid Paşa, maarifin halk arasında kolayca yayılabilmesi için, fenne ve sanata ait kitapların, herkesin anlayabileceği bir dille yazılması gereği üzerinde durmuştur. Encümen-i Dâniş'in, hicrî 1188-1241 yıllarına ait olayları herkesin anlayacağı sade bir dille kaleme almasını kendisine görev olarak verdiği Ahmed Cevdet Paşa da bu konuda üstadının izini takip etmiştir. Türk dilinin sadeleşmesinde gazete ve dergilerin hizmeti çok büyük olmuştur. Gazetelerin halk tarafından okunması ve ileri sürülen fikirlerin kolayca yayılabilmesi, yazılarda herkesin anlayacağı sade bir dil kullanmakla mümkün olabilirdi. Tanzimat nesrini ilk temsil eden Şinasi’dir. O, ele aldığı konuyu, hiç özentiye kapılmadan, hatta çok kere başlangıç bile yapmadan olduğu gibi yazmıştır. Ethem Pertev ve Sadullah Paşalar, sade olmakla birlikte oldukça süslü, Münif Paşa da hem sade hem açık yazan fikir ve kalem sahiplerindendir.  Tanzimat nesrini asıl işleyen Namık Kemal’dir. O, bir yandan gazetelere yazdığı günlük yazılarda Şinasi’nin nesrini daha parlak bir üslûpla takip ederken, öte yandan özenerek yazdığı yazılarla da, edebî nesrin örneklerini verdi. Zamanın bütün gençleri tarafından taklit edilen bu nesir, elbette divan nesri değildir. Fakat sade olmaktan da uzaktır. Ancak gerek nitelik ve gerek deyiş bakımından eskiden ayrıldığına da şüphe yoktur. Ahmed Mithat, bu devrin sade nesrinin en dikkate değer temsilcisidir. Sanat kaygısından uzak kalarak fikri feda etmeden deyişe sade ve samimî bir yumuşaklık veren odur.
Bir de o dönem daha önce kullanılmamış, yeni kelimeler uyduruluyor. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuldu?
Tanzimat’tan sonra Avrupa ile fikir temasının artması, çevirilerin çoğalması, sosyal meselelerin gazete ve dergi sütunlarında yer alması, birçok yeni kavramların fikir hayatımıza girmesine yol açmış, bu kavramlara Türkçe karşılık bulmak ihtiyacını doğurmuştur. “ Opinion publique” deyimine karşılık olarak kullanılan “ efkâr-ı umûmiyye” tamlaması ile, “crise” kelimesine karşılık olarak bulunan “buhrân” kelimesi ve “buhrân-ı vükelâ” , “buhrân-ı mâlî” “kavânin-i içtimâiyye”, “hukûk-ı beşer’ “hâkimiyyet-i milliyye” , “münâsebât-ı beynelmilel” , “temâmiyyet-i mülkiyye” “hukûk-ı siyâsiyye” “devlet-i meşrûta” , “efkâr-ı serbestî” gibi her biri türlü deyimleri karşılamak üzere bulunmuş olan tamlamalar bu kâbildendir.
Tanzimat döneminden sonra Edebiyât-ı cedîdeciler (Servet-i fünûncular) geliyor. Sadeleştirme çabalarına bu devirde devam edildi mi?
Edebiyât-ı cedîde devrinde şair ve edip geçinenlerden hemen hiçbiri, dilde sadeliği gerçekten istemiş ve benimsemiş değildir. Servet-i fünûncuları dil ve üslûp bakımından kınayanlar da, Osmanlıcaya sımsıkı bağlanmakla onlarla birleşmiş bulunuyorlardı. Edebiyât-ı cedîde devrinde, Arap ve Fars dillerinin etkisinden mümkün olduğu kadar kurtulmuş sade bir Türkçe fikrini güden başlıca üç kişi görülür. Ahmed Mithat, Şemseddin Sami ve Necib Asım. Bunlardan ilk ikisinin bu konudaki çalışmaları Tanzimat devrinden başlar. Meşrutiyet devriminden sonra Servet-i fünûn dergisinde Fecr-i âtî adı altında toplanan gençler bu grubun başında gelir. Bunlar kullandıkları dil bakımından kendilerinden önceki kuşaktan farklı bir özellik göstermezler. Fecr-i âtîciler de Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalarla bileşik sıfatları bol bol kullanırlar. Deyişlerinde cümle yapısı bakımından da bir özellik yoktur. Arapça ve Farsçanın kurallarıyla yapılmış tamlamaların ve bileşik sıfatların dilimizden atılamayacağına ve bu dillerin yardımı olmadan Türkçe edebî bir eser yazılamayacağına inanmışlardır. Türkçe onlar için de Osmanlıcadır.
20. yüzyıla girerken henüz sade yazan yok yani öyle mi?
Kişiliklerinin ve sanat zevklerinin kuvveti ile Türk dilinin güzelleşmesine hizmet edenler oldu. Bunların en başında Refik Halid Karay’ı kaydetmek gerekir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun hikâyelerinin dilini de, o zamanın güzel ve temiz Türkçesi olarak kaydedebiliriz. Nazımda da İbrahim Alâeddin Gövsa, Mithat Cemal Kuntay ve Mehmed Akif’in şiirleri o zamanki Türkçenin en güzel örneklerindendir. Rıza Tevfik’in halk şairleri diliyle yazdığı koşmalar da deyişi ve özentisiz diliyle çok sevildi. Hatta millî edebiyatın örnekleri sayıldı. Mütareke yıllarında Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı Atay, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin ve Peyami Safa tanzimattan beri özlenen sade Türkçeyle yazdılar. Yani bu Türkçe, içinde yabancı tamlamalar bulunmayan, fakat yerine göre en koyu Arapça ve Farsça kelimeler de bulunabilen bir Türkçedir. Cumhuriyetten önceki devrin edebî dili işte budur.
Cumhuriyet devrine gelelim öyleyse.
Bu devirde “ dilde sadeleşme” meselesi etrafındaki yazışmalar da devam eder. Ancak, hücumlar eski hızını kaybetmiş, koyu “muhafazakârlar” susmuş, yahut yumuşamış, tartışmalar durmuştur. Türk dilinin yapısına göre meydana getirilen yeni alfabe, Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçeye olan yabancılığını büsbütün ortaya çıkarmıştı. Dilimize ve yazımıza uymayan yabancı kelimeleri atmak ve onların yerine Türkçe karşılıklarını bulup koymak isteği yeniden belirdi. Dilde sadeleşme, bir akım halini aldı. Kalem sahipleri bu konu üzerinde durdular; yabancı kelimelere karşılık bulma gayretiyle çalışmaya koyuldular. Şüphe yok ki, bu çalışmalar kişiye göre, hatta biraz da keyfe göre gelişigüzel oluyordu.
Kelimelerin Arapça ve Farsça kökenli diye sistemli olarak dilden atılması bir kurum çatısı altında gerçekleştirildi ama değil mi?
Atatürk’ün direktifi ile 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu.  Türk Dili Tetkik Cemiyeti, Ankara’da merkezini kurduktan sonra, ilk iş olarak “halk ağzından söz derleme” konusunu ele almıştır. Derleme işi 1933 yılının ilk ayında başlamış ve on dokuz ay içinde Ankara’da biriken fişlerin sayısı 130.000'e varmıştır. Çalışmaların hızlanmasını isteyen Atatürk, 8 Mart 1933 akşamı Türk Dili Tetkik Cemiyeti üyelerini Çankaya’ya çağırmış, yapılan toplantıda işler gözden geçirilerek, Osmanlıcadan Türkçeye karşılık arama programı hazırlanmıştır. 12 Marttan 2 Temmuza kadar üç buçuk aylık bir süre içinde 1382 Arapça ve Farsça söz, liste üste gazetelerle ve radyo ile yayımlanmış, gelen karşılıklardan 1100 tanesi anket komisyonunca seçilmiş, bunlardan 640 tanesi merkezce kabul edilmiştir. Yabancı kelimelere karşılık bulma gayreti 1935 yılı sonuna kadar devam eder. Fakat iş o hâle gelmişti ki, herkes gelişigüzel bulduğu kelimelerle yazı yazıyor ve yazılar, sahibinden başkasının anlamasına imkân olmayan bir şekil alıyordu. Daha tuhafı, Türkçe kelimelere bile karşılık arayıp bulanlar vardı. İş yolundan çıkmış, üzücü bir hâl almıştı.
Dilimize Arapça ve Farsça kelimelerin girmesi normal bir şey değil miydi?
Ümmet çağında Arap ve Fars dillerinden kelime almakta zorunluluk vardır. İslâm dini ve bu dine dayanan hukuk, tasavvuf ve ahlâk sistemleri bu bilimlerle ilgili birçok kavramların, terim ve deyimlerin dilimize girmesini gerektirecekti. Fars Dili de edebiyat yoluyla elbet birçok kavramlar, kelimeler ve deyimler getirecekti.
Kelime uydurma faaliyetleri bugün ciddi biçimde eleştiriliyor. Kelimeler uydurulamaz mı sizce?
Kelimeler gökten inmez, yapılır. İlk insanlar tabiatta gördükleri nesneleri adlandırmak isteyince buldukları ilişkiye göre her birine ad takmışlar, gitgide her nesne ve her ihtiyaç için birer kelime uydurarak konuşma ve anlaşma aracı olan dili meydana getirmişlerdir. Osmanlıca da uydurma kelimelerle doludur. Bizim Arapça diye kullandığımız kelimelerin çoğunu Araplar bilmez. Meselâ yetki anlamında "salâhiyyet" Arapça sözlüklerde yoktur. Salâh ve salâhat kelimeleri vardır ve başka anlamlara gelir. Bunun gibi nezaket ve felâket kelimelerini de biz uydurmuşuz. "Münakaşa" Arapçada "bir kimsenin muhasebesinde gereği gibi incelemede bulunmak anlamına geldiği hâlde biz bu kelimeyi büsbütün başka anlamda kullanmaktayız.
Dil devrimine tepki olarak uydurulmuş kelimeleri kullanmamaya çalışanlar oluyor. Örneğin "örneğin"e karşı çıkanlar var hâlâ.
Örneğin kelimesini beğenmiyorlarsa kullanmasınlar. "Sorun", "bilinç" gibi kelimeleri bilmiyorsa öğrensinler ama. Öğrenmezlerse yeni kuşaklardan uzaklaşmış olacaklar. Hem neden yazılarında eleştirme, belge, gelenek, önem, yetki, ilgi, durum, toplum gibi kelimeleri kullanıyorlar? Demek farkında olmadan devrimin içindeler. Beğenmediğimiz kelimeler için telâşa yer yoktur. Kim hangi kelimeyi kullanırsa kullansın, beğenilenler tutulacak, beğenilmeyenler unutulup gidecektir.
Attığımız Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin yerine Türkçesini uyduramadığımız için Batı kökenli sözcükleri kullandığımız da oluyor.
Batıya yönelmiş olduğumuza göre Türkçe karşılığı bulunmamış kavramlarda oradan gelen kelimeleri düşünmeden kullanıyoruz. Meselâ seciye yerine karakter, amelî yerine pratik, hikmet-i tabiiyye yerine fizik diyoruz. Buna karşın mevsim yerine sezon, hizmet yerine servis, sanayi yerine endüstri kelimelerini kullanmak yersizdir. Ağır olmayan, dilin durumuna aykırı düşmeyen sözcüğü yeğlemek en doğru bir tutumdur.
Son yıllarda bilhassa sosyal medya kanalıyla gençler arasında Türkçenin tahrif edildiğine şahit olmaktayız. Bu problemi nasıl aşabiliriz?
Okumuş, öğrenim görmüş kişilerin ağzında bile "ayriyeten" gibi yanlış ve bozuk kelimeler dolaşıyor. Gençler ve çocuklar argo diliyle konuşuyor. Bu akım öyle yaygın bir hâl almıştır ki ana baba bile çocuğun ağzıyla eve ve aileye taşınan bu sakat akımdan kendini kurtaramıyor. Türk dili, acemi ve beceriksiz kalemler yüzünden gittikçe hırpalanıyor. Cümle yapısı alt üst oluyor. Selika bozuluyor. Bunun çaresi anadiline saygıdır. Anadiline saygı, önce onu bilerek sevmek, sonra da doğru ve düzgün kullanmakla olur. Bu saygının yüksek katı ise anadilini yabancı dillerin salgınından koruyarak kendi yapısı içinde işleyip zenginleştirmeye çalışmakla çalışmakla gösterilir. Bu da sanatçıların, bilginlerin ve eli kalem tutan bütün yazarların görevidir.

Hiç yorum yok :