"BİR FİKRİ SAVUNMAK KOLAY, BİR FİKRE SAHİP OLMAK ZOR..."
Söyleşi: Yunus Emre Tozal, M.Ali Çalışkan, Ekrem Sakar.
Geçmişte insanlara yol ve yön gösterenler filozoflar,
âlimler, sanatçılar veya din âlimleriydi. Meşgul oldukları şeylere binaen
farklı bir konumları vardı. Şimdi bunların hiçbiri olmayan ama 'aydın' olan
tipler var. Bugün aydın dediğimiz kişiler, kanaat önderliği yapmak ayrıcalığını
nereden alıyorlar? Yaşadığımız çağda aydını nasıl tanımlayacağız?
Sorunuzda kullandığınız 'geçmişte' sözcüğü yanıtı da içinde
taşıyor. Kısaca toplumsal örgütlenmenin tarihsel gelişimi o toplum içindeki
bilginin üretimi, üreten kişinin kimliği, üreten kurumlar, denetlenmesi,
yayılması, vb... Ancak tüm bu hâricî etmenler yanında en merkezde bulunan
bilginin amacı... Kadîm kültürlerde tüm farklılıklara karşın amaç hep dışarıda,
ufukta bir yerlerdeydi; içeriği kültürden kültüre değişse de kısaca buna
'hakikat arayışı' diyebilirsiniz. Bunun ayrıntılarını konuşmak şüphesiz bu
söyleşinin sınırlarını aşar. Ancak, modern bilgi, özellikle Fransa'daki
aydınlanma hareketinden sonra 'politize' olmuş ve sanayi devrimiyle birlikte,
Marx'ın deyişiyle, içeriği ne olursa olsun 'emperyal bir form' kazanmıştır. Bu
şekildeki bir bilgiyi de 'aydın' denilen kişi üretir, taşır ve kullanır ki,
gücünün sınırlarını ve etkisini de temsil ettiği politik güç belirler. Bu
çerçevede aydın, hâkim politik gücün bilgiye ilişkin manipülatif bir
temsilcisidir, bir râhibidir. Açıktır ki aydın birinci dereceden bilgi üretmez;
bu bilgiyi yine günümüzde de filozof, bilgin, sanatkâr ve din bilginleri
üretiyor; ancak bu bilgi türlerinin hâkim politik güç adına yorum ve
kullanımını aydın üstleniyor; bu nedenle aydın, modern sarayın bir
palyaçosudur; şarlatanıdır. Bu konuda, Papersense Yayınları’ndan çıkan
Soruların Peşinde adlı kitabımızdaki bir söyleşide de dediğimiz gibi, aydın
"düşünen değil, vazifesini yapan; bir fikre sahip olan değil bir fikri
savunan kişidir. [s. 194]" Özeti şudur, aydın, uluslararası güçler ya da
onların temsilcisi olan ulus devletlerin, filozofların, bilginlerin,
sanatkârların ve din bilginlerinin ürettiği bilgiyi manipüle eden politik bir
fonksiyonudur; değeri ve etkisi de bu fonksiyonun gücüyle ve başarısıyla doğru
orantılıdır.
Cumhuriyet dönemi aydın tipinin en büyük sorununun doğu-batı
arasında kalmak olduğu söyleniyor. Peyami Safa’dan Halit Ziya Uşaklıgil’e, Ömer
Seyfettin’den Tanpınar’a birçok yazarımız, hikâye ve romanlarında bu arada
kalmışlığı konu edindiler. Gerçekten bir arada kalmışlık var mıdır? Varsa bu
aydınlara mı özgüdür? Arada kalmamak için taraf seçmek ya da terkibe gitmek
gibi bir yöntem mi uygulanmalıdır?
Kadîm bir ilkedir: "Güç, kendini buyurur." Bu
buyruk, âmir olmak zorunda değildir; 'taklit' ile de itaat edilir çünkü taklit,
bilincin eşlik etmediği bir itaat türüdür. Tarihe bakıldığında bu tespitin çok
az istisnası olduğu görülür; çünkü bunun için çok ama çok güçlü bir iradeye
sahip olunması gerekir. Buradaki gücü sadece askerî-siyâsî güç olarak görmemek
gerekir; bundan daha önemlisi 'açıklama', 'çözümleme' ve 'anlama/anlamlandırma'
gücüne sahip kültürel modeller, şemalardır. Elbette askerî-siyâsî gücün eşlik
ettiği kültürel modellerin etkisi daha şiddetli ve sürekli olur... Romalıların
Yunanlıları ya da Hunların, Romalıları taklit etmesi. Hıristiyan Avrupa'nın
İslâm'a ya da Osmanlı münevverlerinin ve Cumhuriyet aydınlarının Batı'ya
öykünmesi... Burada parçalı değil de bütüncül bakmakta fayda var. Bilginin toplumsal
bir oryantasyonu söz konusudur çünkü... O kadar ki, kendi kurumlarını,
değerlerini üretir hatta kendi bile bir değer hâline gelir. O açıdan bilgideki
basitçe bir değişiklik ilk bakışta anlaşılmazsa da kültürde pek çok kılcal
damarı rahatsız eder. Fazla ayrıntıya girmeye gerek yok "Sayı nedir?"
sorusuna verilecek farklı bir yanıt bile, top yekun bilginin toplumsal
oryantasyonunda yeninden bir düzenlemeyi gerektirir. Buna verilecek temsil gücü
en yüksek örnek Yunânî sayı tanımı yerine Türkistânî sayı tanımının ikâme
edilmesiyle hem bununla hem de bu konuyla ilgili diğer yapılarda pek çok
kabulün açığa düşmesidir.
İmdi, Osmanlı münevveri ve Cumhuriyet aydını geçmişten mirâs
aldığı açıklama, çözümleme ve anlama/anlamlandırma şemalarının, modellerinin
yetersizliğini, tarih boyunca ilişkide olduğu Batı-Avrupa kültüründe yeni
üretilmiş modeller ve şemalar ile mukayese edince gördü; özellikle bu
modellerin askerî-siyâsî etkilerini şiddetli bir biçimde hissetti, hatta bir
bekâ sorunu ile karşılaştı; bekâ-i devlet ve bekâ-i millet... Tüm bu gelişmeler
son derece insanîdir... Hem şemaların yetersizliğini görüp eskileri tamamen
terk edip yeni şemaları bir an evvel ithal etmek isteyenler; hem bir süreç
içinde geçmeyi düşünenler; hem kendi kültürel değerlerini dikkate alıp yeni
yerli şema üretmek isteyenler; hem de hiç bir şey yokmuş gibi eski açıklama,
çözümleme ve anlama şemaları içinde yaşamını sürdürmek isteyenler... Ve elbette
tüm bu istekler arasındaki eleştiriler, müzâkereler hatta çatışmalar... Gayet
doğal ve beşerî bir durumdan bahsediyoruz. Elbette bu geçmişte hem ulaşım hem iletişim
hem de beşerî ve toplumsal bilimlerdeki yetersizlikler nedeniyle daha sert ve
acımasızdı; ancak günümüzde varlığı devam etmekle birlikte daha yumuşak bir şekil
aldı; gelecekte, inanıyorum ki, daha da yumuşayacaktır.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder