Cemil Meriç, memlketimizin yetiştirdiği önemli düşünürlerden biri.
Çeşitli alanlarda yaptığı okumaları imbikten geçirdikten sonra kaleme aldığı
kitaplar, basıldıkları günden beri ülkemiz okuyucusunun ufkunu açmakta.
Kendisinin bir sosyolog ve ele aldığı konuların çoğunun sosyolojik mevzular
olmasına karşın edebiyat sahasında da ciddi okumaları olduğunu, yaptığı kayda
değer analizlerinden anlamak mümkün. Biz de kendisiyle romanın ne olduğu, dünü,
bugünü ve geleceği üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.[1]
Romanı nasıl edersiniz? Ne zaman ortaya çıkmıştır?
Son edebiyat ansiklopedilerinden
biri “Romanı tarife ne lüzum var?” diyor, “Roman deyince ne kastettiğimizi
herkes anlar”. Çağımızın birçok tenkitçileri de tariften kaçıyor kelimeyi.
Yaşayan, değişen, bin bir kılığa giren bir türü herhangi bir tarife hapsetmek
budalalık.
Adı geç konmuş romanın ama aşağı yukarı
her çağda, her ülkede yaşamış. Önce haşarı, çılgın ve derbeder bir çocuk; sonra
kişiliğini arayan bir delikanlı: Cesur ve cihangir. Nihayet durulmuş,
hudutlarını çizmiş, fetihlerini tamamlamış. Türün gelişmesini üç merhalede ele
almak yerinde olur: Romanın tarih öncesi, romanın ön tarihi ve kemal çağı yani
asıl roman. Dört bin yıl önce, gözlem ve düşlerini papirüslere dökmüş Mısır;
Hint, Hikâye Irmakları Okyanus’unu
yaratmış. Genji’nin Serüvenleri bin
yıl önce yazılmış Japonya’da. Sonra Hind’in, İran’ın, Arab’ın ortak şah eseri: Binbir Gece ve kassas’ların çağdan çağa,
ülkeden ülkeye aktardıkları Siret-i Anter.
Romanın ön tarihini Don Kişot’la
başlattık. Çünkü Cervantes bir çağı kapayan ve dünya hikâyesine yepyeni ufuklar
açan bir fatihtir. Çağdaş roman, gelişen bir sınıfın ifade vasıtasıdır.
İnsanlık adına konuşan bu sınıf, yığınlara kendi düşüncesini, kendi ümitlerini,
kendi hayallerini yaymak için her vasıtadan faydalanacaktı.
Romanı, kendinden evvelki hikâyeden ve masaldan ayırıcı özellikleri
nelerdir?
Doğu’da yalnız hikâye vardır.
Romanın ayırıcı vasfı: “plot” yani olayların zincirlenişi. Hikâyenin ve masalın
inşası romanın inşasınınkine kıyasla daha kolay, daha az ciddidir. Forster
şöyle der: Hikâye zaman dilimleri içinde sıralanan olayların anlatılışından
ibaret; roman ise, olayları bir illiyet münasebetine göre düzenler. Roman kadar
uzun bir türde bu sebep-netice bağlılığını sonuna kadar götürmek kolay
değildir: Çokluk içinde birlik. Romanın gelişmesi için anlatışta mantıkî bir
teselsül lâzım. Olaylarda rastgelelik yoktur, hepsi de ferdî hareketlerden
doğar. Böyle bir zincirlenişi (plot) Batı romanına en çok yaklaşan Çin’in ve
Japonya’nın hikâyelerinde bile bulamıyoruz. Eski hikâyelerde anlatılanlar geniş
ölçüde tarih ve efsaneye dayandığından düzyazıdan çok nazım tercih edilmiştir.
Kaldı ki roman gerçeği ifade etmek iddiasındadır. Bu da konuşulan dili, yani
düzyazıyı tercih etmesini gerektirir. İnsanlar önceleri yığınlara
seslenirlerdi. Yığın önünde inşad ve teganni ise hatırda tutulmak için nazma
dayanmak zorundaydı. Nesir daha sonra ortaya çıktı. Sözlü edebiyatın
biçimlendirmediği tek büyük edebiyat türü romandır.
Peki ya destan?
Fielding, Joseph Andrews’in önsözünde nesir şeklinde yazılmış komik bir
destan diye tanımlar romanı ama destan başka bir medeniyet dönemine aittir.
Fert, varlığın şuuruna ermiştir, dünyadaki çıkarlarıyla uhrevî selâmeti
çatışmaktadır. Roman, Homer destanlarındaki tutarlılığı ve huzuru
aksettiremezdi artık. Destan başka toplumu yansıtır, roman başka toplumu.
“Yunan edebiyatında bize benzeyenleri canlandıracak edebî bir tür yok” diyor
Aristo, “destanla trajedi bizden üstün kimseleri terennüm eder; komedinin
kahramanları ise bizden aşağı kişilerdir”. Demek ki bize benzeyenleri anlatan
yalnız roman. Romanın özelliği kurgusal bir edebiyat türü olmaktır; bununla
beraber konusu çok defa yaşanmış olaylardır. Anlatış yöntemiyle edebî bir
hakikat havası yakalamaya çalışır. Destandan bu iki yönüyle ayrılır.
Roman çeşitleri nelerdir? Kaç gruba ayırabiliriz?
Psikanalizden astronomiye kadar
her konuya açık roman. Bu serazat ve serseri türün tarihini çizmek kolay mı?
Tarifini bile yapamıyoruz. Kütüphanelere sığmayan bu hayal ürünlerini nasıl ve
neye göre ayıracağız? Çeşitli tasnifler denenmiş, ama hepsi de başarısız.
Karışıklıktan kurtulmanın en kestirme yolu, romanları üçe ayırmak: serüven
hikâyesi, aşk hikâyesi, fantastik hikâye.
Serüven hikâyesi, destanlardan
türemiş. Ama hikâyenin hası: Aşk hikâyesi. Serüven hikâyesi daha çok erkek
hikâyesi: savaş, dövüş, felaket. Aşk hikâyesi daha çok kadm hikâyesi: Hicran,
ümitsizlik, duyguların meddü cezri. Fantastik hikâye de, bir çeşit serüven
hikâyesi: ama serüven, yazar için, bir bahanedir sadece, amaç: Felsefi
görüşleri sergilemek. Dünya edebiyatının birçok şaheseri bu türe girer.
Son zamanlarda neşredilen romanlar (ve hikâyeler de) denemeyi
anımsatıyor. Deneme ile olan çizgisini nasıl belirleyeceğiz?
Roman ve deneme. Çağımız
insanının terbiyesiz ve inzibatsız tecessüsü yalnız onlara yönelmektedir. Roman
daha lezzetli, daha tuzlu biberli. Belkemiği: aşk veya serüven. Ama şiiri de,
psikolojiyi de, sosyolojiyi de, tarihi de kucaklıyor zaman zaman. Yani
denemeden daha zengin, daha şümullü, daha serazat. Hem düşünce, hem
düşüncesizlik; hem gerçek, hem yalan. Bir antikacı dükkânı. Beklenmediklerle dolu,
en nadide incilerle, en harcıâlem cincik boncuklar yan yana. İstediğinizi
alabilirsiniz. Deneme piç bir tür. O da Yunan’ın felsefesi gibi her duyguya,
her düşünceye, her tereddüde açık. Zamanımızın yazarı mesuliyetten kaçıyor,
zamanımızın okuyucusu ciddiyetten. Romancının başarısı daha kolay. Her duyguyu
gıcıklamak hakkı. Başarısı daha cihanşümul.
Edebî türler içinde romanın diğer nev’ilerin önüne geçmesini neye
bağlayabiliriz?
İki yüz yıldır romanın edebiyattaki
yeri gittikçe büyüyor. Adeta tehditkâr bir büyüyüş. Romanın önemiyle şiirin ve tiyatronunki
arasında ölçülemeyecek bir mesafe var. Roman okuyucusu sayısız, her yeni kabiliyet
bu türde eser vermeye çalışıyor. Sembolizmden beri bütün edebiyat türleri
yeniyi bulacağız diye çırpmıyorlar boyuna; edebiyat mektepleri birbirini
kovalıyor, hepsinin de ömrü birkaç mevsim. Romanın böyle bir endişesi yok,
belli nazariyelerden hareket etmek zorunda değil, her türlü hürriyeti var.
Öteki nevilerin ele almak istemediği veya ele alıp da işleyemediği ne varsa
romanın malı; bir zaman edebiyatın bütününü yapan her türü bünyesine katıyor:
destan, hiciv, panfle. Hem tekniklerini alıyor, hem mahiyet ve ruhlarını.
Edebiyat bile yetmiyor ona, ilimlere el atıyor. Hayale hapsolmak istemiyor,
gerçeği de tasvir etmek amacında. Yalnız tasvir mi? İzah etmek, geliştirmek de
istiyor. Amacına varmak için çeşitli disiplinlerin getirdiği malzemeden
faydalanıyor. Gerekince mikroskopla bakıyor gerçeğe. Tahlil, teşrih, terkip,
faraziye., teşrihhanede ve laboratuvarda kullanılan bütün yöntemlere sahip
çıkıyor.
Roman uzun soluklu bir eser. Bir
çağın özünü, yükseliş veya çöküş halindeki bir medeniyetin dikkate değer
çizgilerini tespitle yetinmiyor, tarih ve psikolojiye, muhtaç olduğu malzemeyi
sağlamaya da çalışıyor. Romancı sık sık kendini çıkarıyor sahneye. Tutkularını
aydınlatıyor, tecrübelerini sergiliyor, hatıralarını dile getiriyor. Kişilerle,
suçlu ile, veli ile, cihangirle, âşıkla veya bilginle bu kadar yakından
ilgilenişimizin kaynağı gittikçe yaygınlaşan roman değil mi?
Kesinlikle öyle. Peki çağdaş romanı klasik romanın bir devamı olarak
görebilir miyiz?
Hayır. Şehir medeniyeti
doğduktan, ilköğretim mecburîleştikten sonra günlük gazete ve tefrikalar
yaygınlaşıyor. Çağdaş roman daha çok bu tefrikaların çocuğu. Klasik roman, kısa bir hikâyeden ibaretti.
Ayrıntılar ilgilendirmiyordu romancıyı. Mühim olan, bir buhranı belirtmekti.
Kahramanlar birkaç kişi. Dekorlar da çevre de dikkate alınmazdı pek. Kahramanın
toplum içindeki durumu veya fizikî görünüşü umurunda değildi romancının. Tek çizgi
halinde gelişirdi hikâye, bir sone veya bir trajedi gibi kurulmuştu. Çağdaş
roman, kahramanların görünüşüne, fizyonomisine çok önem verir. Kişiler
çehrelerine göre, birtakım faziletlerle veya ahlâksızlıklarla donatılır.
Kahramanların sayısı belli değildir. Her an yeni bir maceranın eşiğindedirler.
Çevre, yığın, bütünler inceden inceye anlatılır. Sonu gelmeyen olaylar içinde
yuvarlanır kişiler, heyecanları, hisleri üzerinde durulmaz. Gönül dramlarının
yerine geceleyin duyulan esrarlı kurşun sesleri geçer. Okuyucu estetik değere
aldırmaz. Macera, hep macera. Yazardan beklenen: Sabırsızlığı alevlendirecek
teknik bir ustalık. Ertesi gün ne olacak acaba? Kahraman tehlikeyi nasıl
atlatacak?
“Sabırsızlığın alevlendirilmesi” vurgunuz çok önemli. Bizi romana çeken
merak mı o zaman? Yoksa sinemada olduğu gibi başkalarının hayatına odaklanarak
kendi hayatımızdan bir kaçış mı?
Sinemaya benzer roman, ikisi de
hür, ikisinin de muhatabı estetik heyecanlara susuz insanlar değil, uyuşturucu
tiryakilerine benzeyen bir kalabalık. İstenilen şey: Gündelik hayattan
uzaklaşmak ve -hayalen de olsa başka bir hayatı yaşamak, tutkuya, serüvene
katılmak. Bu dünyadan nasıl kaçacaksınız? Kaç kişi bir roman kahramanı
olabilir? Çoğumuz özlediğimiz hayatı romanlarda yaşamaya kalkarız. Ve kitaba
koşarız. Cümle güzelmiş veya değilmiş, psikolojik gerçeği aksettiriyormuş veya
aksettirmiyormuş, tasvirler canlıymış veya değilmiş., umurumuzda mı? Romanda
bunları aramıyoruz ki. Kahramanların kaderini paylaşmak istiyoruz. Onlarla
beraber gülmek, beraber ağlamak, beraber mücadele etmek.
Yığın romanda ne arar? Bir vakit
geçirme, bir dinlenme, gündelik hayattan uzaklaşma. Okuduğunu kolayca unutur,
her kitap yenidir onun için; okuduğu, yaşayışının özünü etkilemez pek. Roman
okuyucularından çoğu bu zümreden. İnsanların büyük bir kısmı için sanat, gelip
geçici bir eğlencedir her devirde. Bereket hepsi için değil, yoksa sanat
gelişmez, yerinde sayar, roman da sonuna kadar aynı düzeyde maceraların
tekrarından ibaret kalırdı. Nitekim şövalye romanları da onsekizinci asra kadar
kendi kendilerini tekrarlamışlardır.
Merak ettiğim bir başka husus da çağdaş romanın niçin on dokuzuncu
asırda boy attığı.
Çünkü toplumlar da, ancak
rahatsız oldukları zaman yaşadıklarının şuuruna varırlar. Fert, yaşanmaz ve
ezici bulduğu bir toplumdan koparak hayale sığınır. Devrimci doktrinler çıkar
sahneye, toplumu yeni baştan kurmaya çalışırlar. Sosyoloji, toplumun işleyiş
kanunlarını keşfetmek ister. Roman yaygınlaşır, çünkü insanlar kendi üzerlerine
eğilmek, kendilerini seyretmek ihtiyacını duyarlar. Başka bir deyişle dost bir
aynada, çilelerini, korku ve özlemlerini görmek isterler. Romantizmin kanat
açışı, sosyolojinin gelişmesi, devrimci doktrinlerin ilgi görmesiyle romanın
yayılışı arasında sayısız ve çeşitli bağlar var. Hepsinin de ispat ettiği
hakikat şu: Kişi, üyesi olduğu toplumdan ayrılmıştır; onu başka bir varlık
olarak görmeye başlamış, ona karşı bir tavır takınmanın mümkün olduğuna
inanmıştır.
Eski düzen çözülmüş, yeni bir
düzen kurulamamıştır henüz, Avrupa çalkantı içindedir. İnsan kucağında yaşadığı
toplumdan uzaklaşıp, sigaya çekebilir onu, değiştirmek isteyebilir. Çağın en
parlak zekâları toplumun kaderi ile uğraşmak, onun kılavuzu, peygamberi veya
hekimi olmak gibi görevler benimserler. Romanın başarısı da bu genel evrimin
içindedir.
Şimdiki romancıların pek çoğu kitaplarını satmak için, yani ticarî
kaygılarla yazıyorlar. Büyük romancıların yazmaktaki amacı neydi?
Toplumun bütününü tasvir etmek,
hatta kabilse ıslah etmek, büyük romancıların ortak amacıdır. Yeni yaşayış
tarzlarını anlatmak suretiyle yeni teklifler sunarlar çevreye. Büyük şehir,
para, iktidar iradesi, makina medeniyeti... hikâyelerin konusudur artık. Bankalar
da, fabrikalar da, altın da, sefalet de şehirdedir. Roman da, sinema gibi,
hakikati hayalle zenginleştirir, tefrikalar, kapakları rengarenk kitaplarla filmler
aynı hayâl dünyasına çağırır şehirliyi. Bir kelimeyle, romanın da sinemanın da
gördüğü iş aynı. İkisini de sanat ve edebiyatla karıştırmak yanlış, gerçi ikisi
de sanat ve edebiyatı kucaklar, ikisinin de korkunç bir sirayet gücü vardır.
Bütün nevileri, zekânın bütün faaliyetlerini hükümleri altına alırlar ama, romanın
amacı sanatınkinden başka. Artık insan güzeli değil, kendisini aramaktadır.
Roman dertli bir toplumun ifşaları ve özleyişleri. Okuyucunun merak ettiği,
insanoğlunun başına gelen felaketler ve anlatılmaz sıkıntılar. Yerinde bir tecessüs
diyeceksiniz, belki. Ne yazık ki roman, insanı gerçekle savaşmaya değil,
gerçekten kaçmaya sevk ediyor; zırhlamıyor, yumuşatıyor. Roman, medenî insanı
uyuşturan bir zehir. Neden çektiğimiz acı, bir yaratıcılık kaynağı olmasın?
Izdırap insanlığın alınyazısı. Ama çaresiz bir iflas, felce uğratan bir
ümitsizlik olmamalı bu ızdırap. Toplumun çözülüşünü üzülerek seyretmek yetmez,
onu yeni baştan nasıl kuracağımızı da düşünmeliyiz. Roman, bize bu konuda
ipuçları sağlamaktadır.
Roman yazarları aynı zamanda birer roman okuyucusu mudurlar?
Umumiyetle büyük romancılar pek
roman okumaz. Belki de başkalarının romanları kendilerine has dünya görüşünü
bozar diye çekinirler. Bununla beraber çok roman okuyan romancılar da var, zevk
için okurlar romanı. Balzac, Dickens, Flaubert, Tolstoy gibi romancılar pek
roman okumaz. İyi de ederler. Okusalar da gerçek okuyucu gibi romanı yaşamak
için okumazlar. Kendi yarattıkları kahramanların hayatını yaşamaları yeter de
artar. Kıskanç birer kadın gibidir kahramanlar, rakibeye tahammülleri yoktur.
Hızla dijitalleşen ve okuma oranının gittikçe düştüğü bir çağda
yaşıyoruz. Romanın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Roman henüz sınırlarını çizmemiş,
kendisi olamamıştır. Balzac diyeceksiniz. Evet, ama o bile, şiire duyulan
susuzluğu giderememiş. Roman fazla dünyevî ve dünyevî kalmaya mahkûm. Türün bir
talihsizliği de: yerleşmiş bir biçimi yok. Shakespeare’in, Milton’un,
Moliere’in emrinde çok düzenli kalıplar var, duyguları bu kalıplara dökmüşler.
Her büyük yazar kendine has bir biçim yaratır veya bulur. Şimdiye kadar hiçbir
romancı böyle bir biçim yaratmadı. Murasaki de şekilsiz, Proust da.
Evet, roman ölmedi. Bununla
beraber bunalım içinde olduğu da inkâr edilemez. Yazar veya okuyucu., hepimiz
farkındayız bunun. Öyle olmasa bu kadar hücum edilir miydi romana? Kimine göre
bu buhran bir can çekişme alâmeti ve yakın bir zevalin habercisidir. Biz böyle
düşünmüyoruz. Söz konusu olan bir tüy değiştirmedir. Bir geçiştir. Tehlikeli
bir tüy değiştirme, muhataralı bir geçiş. Yine de hiç şüphemiz yok, roman bu
vartadan tazelenmiş, gençleşmiş, belki de şaşılacak kadar zenginleşmiş olarak
çıkacak.
Bunalım nereden geliyor?
Romancı, yaşayan erkekler ve
kadınlar yaratır. Kahramanları çelişkileri içinde sergiler. Din’de insanla
Tanrı arasındadır bu çelişki, aşk’da erkekle kadın arasında; sonra insanın
kendi kendisiyle çelişkisi. Romancı olarak savaş sonrası dönemini tanımlamak
istersek şöyle diyebiliriz: çatışmaların yoğunluğu azalmaktadır gittikçe, oysa
roman şimdiye kadar bu çelişkilere dayanıyordu. Şüphesiz yalınkat bir izah bu.
Üstelik savaş öncesi dünyayla bugünkü dünya arasında bir uçurum olduğuna da
inanmıyorum.
Zamanımızda değerlerin alt üst olmasının romanın gidişatına tesiri
oluyor diyebilir miyiz?
Birçok genç inanmış oldukları
değerlerden yüz çeviriyor, onları yok farz ediyor. Bugünün nesli artık ne
katılmadığı bir dinle tartışmaya yanaşıyor, ne bu dine dayanan bir ahlâkla, ne
bu ahlâktan doğan bir şeref anlayışıyla. Günün birinde inanınca da, baştanbaşa
değişiyor hayatı. Her şeyi yeni inancına göre düzenliyor. İnanmıyorsa düpedüz inanmıyor.
Her türlü yapmacıktan uzak. Tutkusu herhangi bir engele çarpmamaktadır. Önünde
hiçbir set yok: Çelişkisi olmayan bir hayat.
Aşk manasını kaybetti. Roman neyi
anlatacak? Eski zaman romanının konusunu yapan nice buhranlar da yumuşadı.
Tann’ya inanmayan bir dünyanın çocuklan için aşk, herhangi bir jest. Romanın
buhranı buradan geliyor. İhanetin önemi yok; sadakat boş bir kelime. Romanın
konusu olan çelişkiler günden güne ortadan kalkıyor, ‘romancı ne yapacak? Saint
Real, ‘Roman bir caddede dolaştırılan aynadır’ dememiş mi? Romancı da kendini
sıkıntıya sokmadan yaşadığı zamanı olduğu gibi tasvir edecektir. İşi, toplumun
tarihçisi olmak. Çelişki yoksa yok. Birçok romancılar da böyle yapıyor. Ama bir
iki büyük yazar bir yana okuyucusu yok bu romanların.
Edebiyat tarihçileri daha da
karamsar. Roman belki ölmeyecek ama bir Balzac’ın, bir Zola’nın romanları
tarzında yazılmayacak.
[1] Bu
“hayalî” röportaj metni, Cemil Meriç’in “Kırk Ambar Rümuz-ül Edeb” adlı
kitabından iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder