Kınalızade Ali Çelebi ile "Ahlâk" Üzerine

(Zühde Tutunmaya Saadet Hâsıl Olmaz; dunyabizim.com; 02.07.2015)





Zenbilli Ali Efendilerin, İbn Kemallerin, Ebussuud Efendilerin yaşadığı XVI.asır, Osmanlı kültür hayatının en yoğun ve en zengin dönemlerindendir. Bu devrin büyük isimlerinden birisi de Kınalızâde Ali Çelebi’dir. İlmî ve edebî şahsiyetinin yanı sıra ahlâkî şahsiyetiyle de bir yıldız gibi parlayan bu büyük insan 40’a yakın eser bırakmıştır. Bu eserleri arasında en önemlisi ve belki de ona asıl şöhretini kazandıran eseri Ahlâk-ı Alâî’dir. Biz de Türk-İslâm literatüründe ahlâk mevzubahis olunca akla ilk gelen eseri kaleme alan zat-ı şahaneleriyle ahlâk üzerine röportaj yapalım dedik. Umarız ki bu söyleşimiz kitaplarına karşı alâka uyanmasına vesile olur.[1]

Üstadım, hiç şüphesiz amelî hikmetle ilgili eserler yazan en büyük mütefekkirlerimizden birisiniz. Lâkin günümüz insanının bu tür konulara uzak olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak evvelâ “amelî hikmet”i tarif buyurmanızı istirham etsek.

Hikmetin meşhur bir tarifi şöyledir: Hikmet, haricî varlıkları ilk planda ne halde ise, o hal üzere bilmektir. Bu tarif amelin kendine şâmil değildir. Yine bu tarif, genel olarak doğruya yakındır ve makbuldür. Fakat bazı filozoflar hikmeti daha da umumîleştirerek şöyle tarif etmişlerdir:  Hikmet, insan nefsinde ilim ve amelin meydana gelmesi ve insan nefsinin bu iki yönden kemâl mertebesine ulaşmasıdır. Nitekim Hoca Nâsırî Ahlâk-ı Nasırî'de hikmeti şöyle tarif etmiştir: Hikmet, eşyayı lâyık ne ise öyle bilmektir; ef’âli lâyık ne ise öyle kılmaktır.

Hikmetin tarifinde “haricî varlıkları bilmek” ifadesi geçmişti. Bu da temelde iki kısımdır. Birincisi; onun varlığında bizim güç ve irademizin asla müdahalesi yoktur. Yer, gök, şahıslar, insan ve hayvan gibi. İkincisi; varlığında bizim güç ve irademizin müdahalesi vardır ve bu müdahale olmayınca o meydana gelmez. Bizden meydana gelen fiiller, hareketler ve ameller gibi. O halde hikmetle ilgili olan haricî varlıkların iki kısma ayrılması ile hikmet de ikiye ayrılır. Birincisi; Bizim güç ve irademizin tesiri olmayan haricî varlıklardan bahseder. Buna “nazarî hikmet” denir. Zira bunu elde etmenin yolu tetkik ve incelemeye bağlıdır. İkincisi; bizim güç ve irademizin de tesiri muhakkak olan ve onlarsız meydana gelmeyen haricî varlıklardan bahseder ki, buna da “amelî hikmet” denir. Amelin nasıllığından bahsettiği için amele nispet ederler. O halde amelî hikmet bir ilimdir ki bunda fertlerin fiil ve amellerinden ve insan nefsinden bahsolunur.

Bahsettiğiniz amelî ve nazarî hikmeti elde etmek insana ne kazandırır?

İnsan nazarî hikmetle hak itikada sahip olur. Kendini uygun ilimlerle süsler, batıl itikatlarla her türlü cehaletten sıyrıldıktan sonra ameli hikmeti de elde ederek, güzel ahlâk ile iyi huyları geniş ölçüde bilir. Adi ve kötü huylardan sıyrılır, dünyada iyi ahlâk sahibi olup, dünya işlerini en güzel yollarla yapar. Ahirette de şerefli bir yere ulaşır, yüksek zatların arasına kavuşarak yüksek saadete ve engin sevaba nail olur. “Onlar, Hak meclisinde ve kudret sahibi, mülkü çok yüce olan Allah’ın yanındadırlar”[2] Gözün göremediği, kulağın işitemediği, beşer kalbinin hissedemediği yüksek mertebelere ulaşırlar.

Varlıkları ve hakikatları tanımak, eşyanın mahiyetini ilimle bilmektir ki, şahsa dünyada kemal, ahirette hakikî saadettir. Zira insan zekâsı bütün haricî varlıkları ve eşyanın mahiyetini doğru yollar ve açık delillerle bilir, sonra da idrak safhasında kesin bir tasdik hâsıl olursa, o zaman Cenab-ı Hakk'ın sıfatları, doğru hükümler, mücerret akıllar, temiz ruhlar, gezegenler, bütün felekler, yürüyen ve sabit kalan yıldızlar, basit unsurlar; maden, nebat ve hayvan sınıflarını içine alan üç terkip, ruh ve cesetten meydana gelen insan hakkında düzenli bir fikre, yakın bir inanca sahip olarak, dünyada olgunlukların zirvesine, ahirette ise doğru inancın temin ettiği hakikî saadete ulaşır. Ayrıca bedenin gizli örtülerini yararak bu yolla varlığı hakkında sahip olacağı bilgi ona muazzam bir sevinç, büyük bir sürür verir. Bu mertebedeki kişiyi vasfetmeye dil ve kalem yetmez. Arifleri beyan edenler onu açıklamaktan aciz kalırlar. Hak Teala'nın: “Bu, Allah’ın bir fazlıdır ki, dilediğine verir”[3] ayeti bunu anlatır. Bu öyle aklî bir lezzettir ki, hekimler bunu ispat edip, cismanî lezzetlerden daha yüksek olduğu sonucuna ulaşmışlardır.

Bu noktada ahlâk ilmi devreye giriyor.

Ahlâkı güzelleştirmekte en önemli vasıta ahlâk ilmidir. Bu ilme “tıbb-ı rûhânî” ilmi demişlerdir. Zira doktor insan bedeninin, beşerin cisminin sağlığını korumak ve bozulan sıhhatini getirmek için gayret eder. Ahlâk ilmini elde eden kişinin gayreti de bunun gibidir. İnsan ruhundaki mevcut faziletleri bâkî kılmak, elde edilmemiş faziletleri kazanmak. Doktorluk ilmi, tıbbî tedbirlerde ve ilâçlarda tabiî fiillerden faydalanmaya, ona uymaya çalışır. Fen bilginlerince bu bellidir. Ruh doktorluğu içinde durum aynıdır. Gerektir ki, vasıtaları sıralamak ve ahlâkı güzelleştirmek yolunda adaletli davranmak ve tabiatı üstad olarak kabul edip ona uymak gerekir. Ruhen sıhhat isteyen kişi ruhun şu üç kuvvetine bir tertip üzere bakmalıdır: İlkönce şehvet kuvvetinin fazileti olan “iffete”, ikinci olarak gazap kuvvetinin fazileti olan “şecaate”, üçüncü olarak temyiz ve idrak kuvvetinin fazileti olan “hikmete” yönelmelidir. Eğer bunların her birine sahipse, yani iffetli, fecî ve hikmet sahibi ise, Hak Tealâ’nın bu vergisine karşı müteşekkir olarak devamlı bir şükür içinde olmalı. Bu faziletleri devamlı olarak korumanın çarelerini düşünmelidir. Eğer bunlara sahip değilse, her birini tertip üzere kazanır. Ruhunun eksik olan faziletlerini tamamlamaya çalışır. İlkönce şehvet kuvvetini terbiyeye yönelir. Bu sahada vasat ve itidal ile sıfatlanmaya çalışarak iffeti kazanır ve onu korumaya yönelir. Eğer itidalden sapmış durumda ise vasata dönmek için gayret eder. İkinci olarak, gazap kuvvetine bakar. Eğer tehevvür ve korkaklıktan vasatı bulmuş ise, şecaat denen şerefli fazileti kazanmış olur. Bu iki fazileti kazandıktan ve ruhunun cevherini bütün noksanlıklardan temizleyip, kemâle tebdil ettikten sonra, hikmet faziletine yönelir. Cerbeze ve belâdetten uzaklaşır. Bunun için de kâinata bakışın ölçülerini kazandıran ilme koşar.

Hülâsa ahlâk ilminin faydası, önce nefis her huydan ari ise, bu ilimle güzel ahlâk kazanılır. Çirkin ahlâk yerleşmişse, bu silinip güzel ahlâkla değiştirilir. Eğer nefis, yaratılışında iyi ahlâk ve fazilet üzerinde ise; bu güzel huylar devam ettirilir, tamamlanır ve geliştirilir.

Huy değişir mi ki?

Bu hususta hükemadan üç görüş zikredilir. Birinci görüşe göre huyun değiştirilmesi mümkün değildir. Kişinin benliğinde meydana gelen huy asla değişmez. Zira huy doğuşla ilgilidir. Bu da haricî müdahalelerden müteessir olmaz ve yerinden sökülüp atılmaz. İkinci görüşe göre huy iki nevidir. Birisi, tabiîdir. Yani asıl hilkatte mevcuttur ki, bunun değiştirilmesi mümkün değildir. Diğeri ise, anlaşma ve alışkanlıklarla kazanılan huydur ki, bunun değiştirilmesi mümkündür. Üçüncü görüşe göre ahlâkın değişmesi mümkündür. Zira hiçbir huy tabiî değildir. Aksine haricî sebeplerle hâsıl olur. İslâm bilginlerinin hepsi ve filozofların çoğu bu yolu doğru bulup tercih etmişlerdir. Bu görüş, saydığımız üç görüşün en doğrusu, en üstünüdür. Peygamberlerin insanları din üzerine davetleri bu görüşe bağlı, tarikat şeyhlerinin ve bilginlerin terbiye çalışmaları bu yol üzere câridir.
Bazı huyların değişmesinin mümkün olamayacağının ileri sürülmesi, ahlâk ilmine muhtaç olunmayı engelleyemez. Nitekim tıp ilmine ihtiyaç duymak için her hastalığın tedavisinin mümkün olması gerekmez. Zira bazı hastalıkların ilâç kabul etmediği ve tedavi ile iyileşmeyeceğinde ittifak edilmiştir. Bununla beraber bu nevi hastalıklar dahi tıp ilminin konusuna girer ve tıp ilmine ihtiyaç gereklidir. İşte bunun gibi ahlâk ilmine ihtiyaç duyulduğu muhakkaktır. Filozoflar ve bilginler bunu doğrulamışlardır. Bazı ahlâk, değişmese bile ona muhtaç olunmaya engel değildir. Zira bazı ahlâkın değişmeye imkân oluşu bu ihtiyacı belirtmeye ve kabul etmeye yeter.

O zaman ahlâkını güzelleştirmek isteyen kişinin önce ahlâk ilminin ne olduğunu, neleri konu edindiğini vs. öğrenmesi gerekiyor, öyle mi?

Bir ilmin konusunu öğrenen insan, yani bir ilmin neden bahsettiğini bilen insan, o ilmin elde edilmesinde uyanıklık ve dikkat üzeredir. Meselâ ahlâk ilmini, insan ruhundan bahsetmesi cihetiyle tasavvur eylese, bu hususta tam bir basiret üzere olur. Hatta her meseleyi anlar ve düşünür. Eğer insan, ahlâkından bahsediyorsa elde etmek istediği ilim olduğunu bilir, öğrenmeye koyulur. Şayet bunun aksi ise, istediğinin dışında olduğunu anlar ve öğrenmekten döner. Hayır ve saadet arayanın iyi ahlâk ve faydalı işleri bilmesi, çirkin ahlâkı ve kötü işleri öğrenmesi gerek ki, ruh aynası temizlikle cilâlansın, pis işlerden uzaklaşsın. Zira şerri hayırdan ayırt edemeyen kişi onun kucağına düşer. Bu husus daha çok genişletilebilir.

Şöyle de bir soru geldi aklıma. Kötü huylarımızı ya da ahlâkımızı düzeltmenin yanında, iyi olan taraflarımızı da muhafaza etmemiz icap ediyor. Bunun için yapmamız gereken nedir?

Ruhun sıhhatini korumada en büyük sebeplerden biri şudur: Devamlı olarak nefsine güzel amelleri yüklemek, taşımak, güzel işleri tahsil ve ikmal edip bu hususta asla ihmalci ve tembel davranmamaktır. Tıpkı doktorların, vücudun gelişmesi için bazı uzuvlara yapacağı hareketi gösterdikten sonra, egzersiz tavsiye etmeleri gibi ki, bu sürekli hareketler o uzuvları mutlaka geliştiriyor. Sıhhate zararlı kilo artışlarını, şişkinliklerini önlüyor. Mukavemeti artırıyor. Eskiler buna “riyâzât-ı bedeniyye” derlerdi. Ruhî egzersizler, alıştırma ve telkinler de tıpkı beden gibidir. Bunun terk ve ihmali, tembellik, ruhî zayıflık, iradesizlik gibi acı durumları doğurur. Kişiye gam, keder ve belâ getirir. Anlayış, duygululuk, hassasiyet ve istidatlar kaybolur. Tembellik sebebiyle kişi saadet vasıtalarını ihmal sonunda mesut bir hayatın direklerini yıkmış olur. Neticede öyle bir hale düşer ki, dünya denilen şu âlemde insanlık şerefini ayakta tutan prensiplerden soyunup, hayvanî bir yaşayışa yönelmiş olur. Dikkatli ve uyanık olmalı... Fazileti elde etmek için fırsatı kaçırmamalı, zamanı geçirmemeli. Yoksa fırsatlar kaçırıldıktan sonra fazilete hasretle içte duyulacak pişmanlık hiçbir fayda sağlamaz.

Ayrıca faziletli olmak ve sahip olduğu iyi ahlâkı korumak isteyen kişi kendisi gibi fazileti kazanmış, aşağılatıcı ayıplardan arınmış kimselerle ilişki kurmalı, böyleleriyle dostluk ve arkadaşlık kurarak meclis ve sohbetlerinde bulunmalı. Çirkin huylara sahip, aşağılatın ayıplarla dolu, fazileti kazanmamış kimselerden yakıcı ateşten kaçar gibi kaçmalıdır. Çünkü arkadaşlarının huylarını kapmak insan ruhunun özelliğindendir. İnsanın tabiatında, sohbetinde bulunduğu kişilerin huylarını kapma özelliği çok kuvvetlidir: Derler ki, “Kişiyi kendisinden değil, arkadaşından sor.”

Arkadaşlık etmesek de bazı ortamlarda mecburen kulak misafiri oluyoruz ama. Hatta twitter’dan falan da çirkin şeyler okuduğumuz oluyor.

Şerli insanlarla arkadaşlık etmekten nasıl kaçınmak lâzımsa, sadece onları dinlemekten de kaçınmalı. Bilhassa fuhş olacak sözleri söyleyen, maskaralık yapan, sarhoş olmuş olan, Müslümanlarla alay eden, bunların ayıplarını sayıp döken kimseleri dinlememek lâzımdır. Fazileti isteyen, rezîletten kaçanlar için bu şarttır. Zira böyle şerli kişilerden dinlenilen bazı sözler insanda öyle kötü fikirler bırakır ki, bunları gidermek için uzun bir zamanın geçmesi gerekir ve dinlenilen kötü fikirli sözler iyi kişileri haram olan yollarda yaşamaya sürükler. Hatta kötü fikirli kimselerden dinlenilen bu sözler, propagandalar o kadar şiddetli olur ki, basiretli bilginlerle, iyi yolda yürüyen bazı kimselerin bile doğru yoldan kaymalarına sebep olur. Kalbin çoğunlukla hücumuna uğrayan hissî bakışların menfî tesirinden kurtulmak lâzımdır. Fıkıh kitaplarında belirtilen “Sarhoş nağmeleri dinlemek mekruhtur” hükmünün hikmeti budur. Kişiyi süfliyata, adiliğe, rezîletlere teşvik eden ses ve nağmelerin dinlenilmesinin İslâm şeriatında yasaklanmasının sebeb-i hikmeti de budur. Zira gerçekten süflî duyguların tahriki için söylenen sözler şiirler ve şarkılar şehvetin harama doğru yol almasına sebep olabilir. İnsanda şehvetin var olduğu bir gerçektir. O halde süflî duygularla harama sürüklenmek tehlikesi her zaman vardır ve şehvet duygusu her zaman gözetilmeye muhtaçtır.

İyi ve kötü ahlâk sahibi insanların evrendeki konumu nasıldır?

Kâinattaki mertebeler arasında insanın mertebesi orta yerdedir. Hayır kazanarak en üst zirvelere ulaşır, heva ve hevesinin tabiatına uyarak en aşağı mertebelere düşer. Zira mücerret ruh ile beden duyulabilen unsurlardan meydana gelmiştir. Elbette ki iki taraf olan melekiyyet ve hayvaniyyetten her biri onda mündemiçtir, düzenli olarak vardır. Eğer insan melekiyyet yönünü tamamlayıp tashih ederek ve onu hayvaniyyet yönüne üstün tutarsa melekten daha üstün ve sırf mücerretten daha mükemmel olur. Ama bunun aksi olursa, yani bir insan hayvaniyyet tarafının istekleri peşinde koşar ve bu tarafı melekiyyet tarafına üstün tutar, galip getirirse, hayvandan daha sefil olur. “Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hattâ daha sapıktırlar” ayetinin işaret ettiği kişiler arasına girerler. Zira hayvan akıl kuvvetinden ve melekiyyet hassasından uzaktır. Bu sebeple hayvan sırf şehvet ve arzusunun içinde kalırsa mazurdur. Ama insan bu mazerete sahip değildir. Onun elinde ona yetecek kadar bir akıl ışığı vardır. Buna rağmen şehvet ve sapıklık ateşinde yanmasında insanı mazur gösterecek hiçbir yön yoktur, olamaz da.

O halde manevî mertebeler kazanmak için ne yapmalı?

Manevî mertebelere doğru yükselmek isteyenler halkın takdir edemeyip Hakkın övdüğü zühd denilen büyük haslete tutunmalıdırlar. Zühd, dünya hayatında yaşama sebeplerinden ve fânî lezzetlerden faydalanma hususunda zarurî miktarla yetinip fuzulî hırsla dolu müreffeh ve şatafatlı yaşamaya iltifat göstermemektir. Zühd enbiya ve evliya âdetidir. Hakikî saadetin sermayesi, makamların pîri zühd ve kanaattir. Zühde tutunmayan ahiret yolcusuna saadet hasıl olmaz. Zühd elbisesi ile giyinmeyen fazilet isteklisi, bir makama vasıl olmaz. Resul-i Ekrem'in bildirdiğine göre dünyada zühdî hayat süreni Allah sever. İnsanların ellerindekine göz dikmeden asalak bir hayattan uzaklaşanı insanlar da sever.

Zühd deyince bizim aklımıza nedense bir lokma bir hırka yoksul yaşamak geliyor.

Resul-i Ekrem İbni Ömer hazretlerine şöyle nasihat etmişlerdi: “Dünyada bir garip gibi ol!” Bu nasihati alan sahabinin ne türlü zühdî hayat yaşadığı âlemde meşhur ve âlimler arasında malûmdur. Bu zatın ölünceye kadar arpa ekmeğinden bile doyuncaya kadar yemediği bilinmektedir. Fakirliği “zarurî” değil “ihtiyârî” idi. Malını, mülkünü muhtaçlara ihsan ve îsâr ederek, kendisi sade bir hayatı tercih eylemişti. Hulefa-yı raşidîn, sahabe-i kiram ve tabiîn hep bu türlü zühdü kendilerine şiar edinmişlerdi. Vakıa, Resûlullahın ashabından ve ümmetin evliyasından mal mülk edinen, zengin olanlar olmuştur. Ne var ki mal ve mülke olan muhabbetleri kalplerinde karar kılmamıştı, himmetleri bunun sevgisine tutulmamıştı. Bunlar mallarını Allah yolunda çalışmaya vasıta kılmışlardır.

Sahabe-i kiram'dan mal ve mülkünün çokluğuyla tanınan Abdurrahman ibn-i Avf hazretleri vefat ettiği zaman, hatunlarına seksener bin dinar miras bırakmıştı. Lâkin, hayatı boyunca kalbi dünya hırsından âri idi. Dünya sevgisinden azade olması öyle mertebeye varmıştı ki, şu olay bunu pek güzel anlatır. Bir keresinde Ömer Faruk (R.A.)ın huzuruna gelerek: “Ey müminlerin emiri! Şam tarafından bir kervanım gelmektedir. Seksen develik bu kervanın her bir devesinde binlerce dinarlık yükler var. Hepsini Allah rızası için sadaka eyledim, alın, zabtedin” demişti. Hazret-i Ömer bunun sebebini sorunca şu cevabı verdi: “Bu gece teheccüd namazım kılarken hatırıma “acaba kervan nereye geldi ve durumu nasıldır?” diye geldi. Cenab-ı Hakk’a olan teveccühümü örten ve teheccüd namazında kalbime vesvese doğurtan bir malın mülkiyetim altına girmekten çıkarılması gerektir.”




[1] Bu “hayalî” röportaj metni, Kınalızâde Ali Çelebi’nin “Ahlâk-ı Alâî” adlı kitabından –sadeleştirilmiş- iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur.
[2] Kamer suresi 55.ayet.
[3] Cuma suresi 4.ayet.

Hiç yorum yok :