Uzun süren
araştırmaları sırasında ele geçirdiği güzel ve harika denebilecek örneklerden
geniş kitleleri de haberdar etmek suretiyle Rıza Tevfik halk edebiyatı ve tekke
edebiyatına dair yazılar kaleme almıştır. Vahdet-i vücûd ile panteizmi birbirine
karıştırması, Yunus Emre'nin hurûfî olduğu gibi tutarsız görüşleri olsa da
tekke/tasavvuf edebiyatına dair verdiği bazı yeni bilgiler sayesinde kendi
zamanındaki geniş bir aydın kitlesinin bu sahaları öğrenmesinde büyük rolü
olmuştur. Kültür tarihimizin zenginliklerini ortaya koyduğu yazılarında verdiği
malûmatın bir kısmının doğruluğu, günümüzde bile geçerliliğini korumaktadır.
Biz de kendisiyle bu edebiyat çerçevesinde sohbet ettik.
(Bu hayalî röportaj metni Abdullah Uçman'ın
hazırladığı "Rıza Tevfik'in Tekke ve Halk Edebiyatı ile İlgili
Makaleleri" adlı kitaptan iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur. Lüzumlu
görülen ifadeler ve tabirler, okuru zorlamamak adına sadeleştirmeye tâbi
tutulmuştur.)
Yazılarınızda hep tekke edebiyatını bizim
millî edebiyatımız olarak gördüğünüzü vurguluyor ve yıllarca araştırmalarda
bulunduğunuzu dile getiriyorsunuz. Bize bu şiiri kısaca tarif etseniz?
Memleketimizde
iki edebiyat vardı. Biri herkesin bildiği o muhteşem üsluplu edebiyatımızdır ki
Ahmed Paşa'lar, Sinan Paşa'lar, Fuzûlî'ler, Nef'îler, Bâkî'ler, Nedim'ler,
Nâbî'ler, Şeyh Gâlib'ler, Ziya Paşa'lar, Ekrem'ler, Hâmid'ler, Fikret'ler,
Hâlid Ziya'lar, Cenab'lar yetiştirmiştir. Diğeri de şu bildiğimiz parmak
hesabına göre yazılmış şiirlerdir. Göğsümü gere gere iddia edebilirim ki bu
edebiyat zannedildiği kadar fakir ve hakir değildir. Bu şiirleri yazanların pek
çoğu esasen ve fıtraten şair olmadığı gibi maksatları da şiir olmayıp şiir
vasıtasıyla lüzumlu olan hikmetleri neşretmek olduğu için şekle, ifadeye, vezne
ve üslup zarafetine bakmıyorlardı. Bilâkis çok taraftar kazanabilmek gayretiyle
halk dilini tebliğ vasıtası olarak kullanıyorlardı. Bu edebiyatın felsefesi
Osmanlı Devleti'nin hemen her tarafında sürat ve emniyetle yayılıp kök salan
vahdet-i vücûd'dur. Nice nice şeyhler bu düşünceyi ağızdan ağıza nakil ile
müridlerine telkin ediyorlar ve sırlarını perde perde açabiliyorlardı. Güvenç
Abdal adlı bir şairden bir dörtlükle örnek vereyim:
Elde,
ayağında, tende, gözünde
Hakkına
tâlib ol, her bir sözünde
Cânımdan
içeri, kendi özünde
Sakla
kulum beni! Saklayayım seni!
"İnsan" da bu şiirde sıkça
işleniyor değil mi? Hislerinden ve düşüncelerinden ziyade bizatihi varlığıyla.
Diyebilirim ki
bütün tasavvufî hikmetlerden çıkarılabilecek en büyük hakikat üç kelime ile
ifade olunabilir: İnsanın ulüvv-i şânı. Tasavvufun takdirince insan sûret-i
Rahmân üzere yaratılmış ve bu haysiyetinden dolayı değerli bulunmuştur. Vücud
âleminde ne varsa mutlak vücudun esmâ ve sıfatından birine mazhardır. Onun için
bütün şu maddî ve manevî mevcudata âlem-i mezâhir yani isimlere ve sıfatlara
mazhar olan şeyler âlemi denmiştir. İnsan ism-i âzam'ın mazharıdır. En büyük
adı o takınmıştır. Büyük sûfîler kâinata âlem-i sugra (microcosme), insanın
aslına ise âlem-i kübra (macrocosme) demiştir. Hulâsa insan büyük şey ama
insanlığının haysiyetini bilirse! Her şeyi insanda aramalı çünkü sarf, nahiv,
mantık, vs. bütün bilgiler bizi bir hakikate iletmez. İnsanın sırrı kitaplardan
değil, insân-ı kâmil'den öğrenilir. Bunları anlatan öyle şiirler vardır ki
kolay kolay yazılır ve söylenen şeyler değildir. Bakın Olanlar Şeyhi İbrahim ne
diyor:
Âlimim
dersin amma âlemden bîhabersin
Bu
ândan, bu nefesten, bu demden bîhabersin
Sözce
gelince amma eylemişsin kıl gibi
Kalbine
Hakk'dan olan hemdemden bîhabersin!
Eski Türk edebiyatı tabiriyle kastedilen
divan edebiyatı genelde. Eski edebiyatın içinde yer alan tasavvufî edebiyatın geri
planda kalması neden kaynaklanıyor olabilir?
Sûfîyâne
şiirler, İslâmî akideler noktasında uygun olmadığına dair sıkça öne sürülen
iddiaların yol açtığı korkudan dolayı çoğu kez gizli kalmıştır. Hepsi düzgün
bir şekilde kaydedilseydi, müstensihler tarafından ikide birde tahrif edilerek
aslına benzemeyecek bir hâle getirilmiş olmasaydı, yazılış tarihlerine dair bir
kayıt bulunsaydı, bu gibi şiirleri düzenli bir silsile üzere tertip ederek
üzerinde düşünebilir ve bu şiirler hakkında araştırma yapabilirdik. Meselâ
Sultan Veled'in Rebabnâme'sini
yazdığı zamanlar Osmanlı Türklerinden bir veya birkaç kişinin de kaba Türkçe
bazı şiirle yazıp yazmadığını bilemiyoruz. Yeteri kadar bilemediğimiz için de
ön plana çıkmıyor.
Peki bizim divan edebiyatımızda hiç
tasavvuf yok mudur?
Osmanlı klasik
edebiyatını, yani eski edebiyatımızı lâyıkıyla tetkik etmiş olanlar, benimle
beraber katiyyen teslim ederler ki bütün o cins şiirlerde - hele istiâre ve teşbih itibarıyla -
tasavvuf dilinin damgası vardır. Hâmid'in ve ondan sonra gelenlerin, yani yeni
şiir ve eski şiir arasındaki en mühim ve esaslı fark da budur. Yüzeysel bakan
eleştirmenlerin zannettiği gibi Arapça kelimelerin ve Farsça tamlamaların
azlığı ya da çokluğu değildir. Şiirin mânâsının şairin karnında olup olmaması
ve anlaşılıp anlaşılmaması ise hiç değildir. Büyük bir inkılapçı olan Hâmid,
Osmanlı şiirini kalenderlikten ve harabâtî neşesinden kopartmıştır. Dolayısıyla
eski edebiyatımızda tasavvuf konu olarak olmasa bile lisan olarak vardı.
Tasavvufî şiirler diğer şiirler gibi sadece
okunmak için değil, aynı zamanda tekkede, dergâhda vs. söylenmek için de
yazılıyor değil mi?
Bazı manzumeler
yalnız okunmak için yazılmıştır. Birtakımı da terennüm edilmek için
söylenmiştir. Birincilere "nutuk", ikincilere "nefes"
derler. Ben bunların yüzlercesini gördüm ve topladım; mümkün olabildiği kadar
da onları sınıflandırmaya çalıştım.
Nasıl sınıflandırdınız?
Cinslerine ve
mevzularına göre tasnife çalıştığım bu manzumeleri birkaç sınıfa ayırmak
mümkündür. Benim tasnifim o kadar iyi oldu mu bilmem. Bunların bir kısmı sırf
ilâhî diye malûmunuz olan manzumelerdir. Diğer kısımları da medhiyeler,
mersiyeler ve hicviyelerdir. Yalnız pek mühim ve özel bir sınıf var ki bilhassa
insan ve insân-ı kâmil hakkında yazılmış şeylerdir. İnsanın, hatta en âdi ve
bayağı insanın bile azamet ve yüce şanını söyler.
Tekke edebiyatı denince aklımıza ilk gelen
ilâhîler oluyor. İlâhî manzumelerini sever misiniz? Hiç ilâhî yazdınız mı?
İçtenlikle bir
şey söyleyeceğim, bilmem herkes sözüme aynı suretle inanacak mı? Nazım
şekilleri ve şiir türleri içinde benim en ziyade sevdiğim ilâhîlerdir. Bununla
beraber ben bizzat ilâhî tarzında hiçbir şey yazmadım, hatta yazmaya teşebbüs
bile etmedim. Çekindim, başka bir şeyden değil, güçlükten çekindim. Ulvî bir
heyecan insan ile beraber onun kâinatını ve hayatını da değiştirebiliyor. İlâhî
dediğimiz şiirler de bu nevi coşkunluğun bir hususî ifadesi olsa gerektir.
Bir de devriyeler var. Onlardan da kısaca
bahsetseniz?
Tabiidir ki
burada mevzu-ı bahsimiz karakol devriyesi değildir (Gülüşmeler). Devriye, tasavvufî
şiirde bir tür manzumenin ismidir. Bu öyle bir şiirdir ki benzerini hiçbir
Avrupa edebiyatında göremedim. Avrupa'nın tarihini iyi bilmediğim için bu
hususta söz söyleyemem ama görmedim. Bu cins manzumeler şarka mahsus gibi
görünüyor. Farsçada pek mükemmelleri var fakat Arapçada devriye örneği
görmedim. Bizim Türkçe edebiyatta çok var. Bu şiirlerin mevzuunu, mahiyetini ve
ehemmiyetini anlamak için şu kadar bilmek yeter: Süflî âleme düşen bir varlık
cemad, nebat, insan suretlerinden yükselerek melekiyet derecesine gelir.
İnsân-ı kâmil olduktan sonra Allah'ta fâni olur. Devriyelerde bu iniş ve çıkış
seyahati anlatılır. Bektâşî dervişlerinden Şîrî'nin güzel bir devriyesi vardır
ki şöyle başlar:
Cihân
var olmadan ketm-i ademde
Halk
ile birlikte yekdâş idim ben
Yarattı
bu mülkü çünkü âdemde
Yazdım
tasvîrini nakkâş idim ben
Tekke şiirinin sembollerle dolu özel bir
dili var sanki.
Coşkunluklar,
taşkınlıklar ve hele şaşkınlıklar yüzünden daima ulemanın düşmanlığını celbeden
sûfî şairler, hakikatleri mecazî üslubun arkasından söylemişlerdir. Bunu
anlayabilecek olanlara söylemek ve bigânelerden sırlamak mecburiyetiyle bu
ifadenin arkasına gizlenmişlerdir ki bunu bir ihtiyatkârlık olarak görebiliriz.
İşte bu kinayeli, îhamlı, cinaslı, ve rumuzlu mecaz dili bir mantıku't-tayr
yani kuş dilidir. Onu her hayvân-ı nâtık anlamaz. Anlasa da zahirî mânâsını
anlayabilir ancak; hâlbuki telkin ve ilham edilmek istenen anlam o değildir.
Meselâ bir şiirde "gönül", "dîdar" gibi kelimeler görürse
onların asıl mânâsı "Kâbe" ve "cennet" demektir. Aynı şekilde
Kâbe ve cennet dahi gönül ve dîdar demektir.
Yunus Emre'nin aslında tahsilli bir kişi
olduğunu iddia edenler var. Bu hususta ne dersiniz?
Yunus Emre bizim
telâkki ettiğimiz mânâ ile pek okumuş bir adam değildi. Fakat tasavvuf
nazarında okumak, bilmek değildir. Hakiki bilgi, irfandır ki ancak mürşidin
telkinleri ile elde edilir. Bunun kaynağı ise ilhamdır; his, akıl veya nakil
değildir. Bu ilme aşina olanlara ârifler derler. Bunların bildiği şeyler, en
büyük zâhir uleması indinde bile sırdır. İşte buna göre hükmedilirse Yunus,
okumuş bir adam olmadığı halde bihakkın ârifân zümresindendir. İtikadını gayet
sade olan günlük lisanıyla yaymış ve Anadolu'yu tamamen büyülemiştir. Bu dili
kullanması çok önemlidir, zira kaba saba görünen Türkçenin mecâzî ifadeye ne
derece kabiliyetli olduğunu ispatlamıştır. Kinaye ile söz söyleme sanat onun
elindedir. Elbette divanında sayru, tapşurmak, kancaru gibi bugün herkesin
kolay kolay anlayamayacağı unutulmuş kelimeler de var.
Hiç eğitim almadan, halkın kullandığı dille
de müthiş sanat eserleri ortaya konabiliyor o zaman, değil mi?
Analarımızdan
öğrenmiş olduğumuz Türkçe, gramerden ve sözlüklerden öğrenilen Türkçe değildir.
Öyle olsaydı, bir yabancı da az bir zamanda Türkçeyi aynı bizim gibi ve bizim
kadar öğrenebilirdi. Günlük dilin, fikir ve duyguları ifade etmede kabiliyet
bakımından en aşağı seviyede olması tabiidir. Her milletin halk şiirinde lisan
basit, fakir ve ilkeldir. Böyle olmakla beraber hasret, yeis, matem, aşk gibi
büyük duyguları öyle kırık dökük bir dille kısaca ifade edebilmek kabiliyeti,
belâgat kudretinin en yüksek derecesini gösterir. Türkiye Türkçesinin
folklorunu teşkil eden atasözlerini, atalardan kalan kıymetli sözleri,
vecizeleri; hele dertli Türk anasının, yaslı Türk gelininin, dul kalan Türk
karısının hüznünü, hasretini gamlı bir eda ile terennüm eden türküleri benim
kadar merak ile ve yetîmâne bir hassasiyetle okuyun veya dinleyin de bakın.
Manzum olsun, mensur olsun benim takdirimce halk edebiyatı denilen değerli
sözler hazinesinin asıl folklor kısmını teşkil eden bunlardır. İster atalardan
kalmış olsun, isterse yeni olsun. Hangi devre ve edebiyata ait olduğu da mühim
değil. Bunları söyleyenler yahut yazanlar en derin duyguları bir iki kelime ile
eda edebilmek hünerinde ne büyük bir kudret, ne etkili bir belâgat
göstermişlerdir!
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder