"Sadeleştirme" kavramı
aslında bir dilde yazılmış bir yazıyı "anlaşılır kılma" faaliyetini
ifade eder. Yani anlaşılmayan kelimelerin değiştirilmesi, karmaşık cümlelerin
basit hale getirilmesi, muğlak ifadelerin açıklığa kavuşturulması gibi muhtelif
eylemleri karşılayan bir mefhumdur. Bu bakımdan lisanın bizatihi kendisinin
sadeleşip sadeleşemeyeceği tartışılabilecek bir mesele olarak dururken, dildeki
kelimelerin başka sözcüklerle değiştirilmesini sadeleştirme olarak tanımlayanlar
olduğu için biz de bu kavramı kullanmaya devam ediyoruz. Bunu yaparken de
Türkçenin "anlaşılmaz" bir
durumda olduğunu peşinen kabul etmiş oluyoruz. Bittabi burada mevzubahis olan
konuşulan dil değil, yazı dili. Bu anlaşılmayan yazı dilinin hangi yazıları
kapsadığı, kimler tarafından ne ölçüde anlaşılmadığı mevzuları da muallâkta.
Neticede - adına ister sadeleştirme denilsin ister tasfiye denilsin - Türk yazı
dili kelime haznesinin ve dolayısıyla konuşma dili kadrosunun değiştirilmesi
söz konusu. Lâfı daha fazla uzatmayalım ve sözü bu konuda kafa yormuş, birçok
yazı kaleme almış Agâh Sırrı Levend'e bırakalım.
Yazı
Dilinin sadeleşmesini nereden ve kimlerle başlatabiliriz?
Yazı
dilinin sadeleşmesi yolunda ilk teşebbüse girişen Reşid Paşa’dır. Reşid Paşa,
maarifin halk arasında kolayca yayılabilmesi için, fenne ve sanata ait kitapların,
herkesin anlayabileceği bir dille yazılması gereği üzerinde durmuştur. Encümen-i
Dâniş'in, hicrî 1188-1241 yıllarına ait olayları herkesin anlayacağı sade bir
dille kaleme almasını kendisine görev olarak verdiği Ahmed Cevdet Paşa da bu
konuda üstadının izini takip etmiştir. Türk dilinin sadeleşmesinde gazete ve
dergilerin hizmeti çok büyük olmuştur. Gazetelerin halk tarafından okunması ve
ileri sürülen fikirlerin kolayca yayılabilmesi, yazılarda herkesin anlayacağı
sade bir dil kullanmakla mümkün olabilirdi. Tanzimat nesrini ilk temsil eden
Şinasi’dir. O, ele aldığı konuyu, hiç özentiye kapılmadan, hatta çok kere
başlangıç bile yapmadan olduğu gibi yazmıştır. Ethem Pertev ve Sadullah
Paşalar, sade olmakla birlikte oldukça süslü, Münif Paşa da hem sade hem açık
yazan fikir ve kalem sahiplerindendir. Tanzimat nesrini asıl işleyen Namık
Kemal’dir. O, bir yandan gazetelere yazdığı günlük yazılarda Şinasi’nin nesrini
daha parlak bir üslûpla takip ederken, öte yandan özenerek yazdığı yazılarla
da, edebî nesrin örneklerini verdi. Zamanın bütün gençleri tarafından taklit
edilen bu nesir, elbette divan nesri değildir. Fakat sade olmaktan da uzaktır.
Ancak gerek nitelik ve gerek deyiş bakımından eskiden ayrıldığına da şüphe
yoktur. Ahmed Mithat, bu devrin sade nesrinin en dikkate değer temsilcisidir.
Sanat kaygısından uzak kalarak fikri feda etmeden deyişe sade ve samimî bir
yumuşaklık veren odur.
Bir
de o dönem daha önce kullanılmamış, yeni kelimeler uyduruluyor. Neden böyle bir
şeye ihtiyaç duyuldu?
Tanzimat’tan
sonra Avrupa ile fikir temasının artması, çevirilerin çoğalması, sosyal
meselelerin gazete ve dergi sütunlarında yer alması, birçok yeni kavramların
fikir hayatımıza girmesine yol açmış, bu kavramlara Türkçe karşılık bulmak
ihtiyacını doğurmuştur. “ Opinion publique” deyimine karşılık olarak kullanılan
“ efkâr-ı umûmiyye” tamlaması ile, “crise” kelimesine karşılık olarak bulunan “buhrân”
kelimesi ve “buhrân-ı vükelâ” , “buhrân-ı mâlî” “kavânin-i içtimâiyye”, “hukûk-ı
beşer’ “hâkimiyyet-i milliyye” , “münâsebât-ı beynelmilel” , “temâmiyyet-i
mülkiyye” “hukûk-ı siyâsiyye” “devlet-i meşrûta” , “efkâr-ı serbestî” gibi her
biri türlü deyimleri karşılamak üzere bulunmuş olan tamlamalar bu kâbildendir.
Tanzimat
döneminden sonra Edebiyât-ı cedîdeciler (Servet-i fünûncular) geliyor.
Sadeleştirme çabalarına bu devirde devam edildi mi?
Edebiyât-ı
cedîde devrinde şair ve edip geçinenlerden hemen hiçbiri, dilde sadeliği
gerçekten istemiş ve benimsemiş değildir. Servet-i fünûncuları dil ve üslûp
bakımından kınayanlar da, Osmanlıcaya sımsıkı bağlanmakla onlarla birleşmiş
bulunuyorlardı. Edebiyât-ı cedîde devrinde, Arap ve Fars dillerinin etkisinden
mümkün olduğu kadar kurtulmuş sade bir Türkçe fikrini güden başlıca üç kişi
görülür. Ahmed Mithat, Şemseddin Sami ve Necib Asım. Bunlardan ilk ikisinin bu
konudaki çalışmaları Tanzimat devrinden başlar. Meşrutiyet devriminden sonra Servet-i fünûn
dergisinde Fecr-i âtî adı altında toplanan gençler bu grubun başında gelir.
Bunlar kullandıkları dil bakımından kendilerinden önceki kuşaktan farklı bir
özellik göstermezler. Fecr-i âtîciler de Arapça ve Farsça kelime ve
tamlamalarla bileşik sıfatları bol bol kullanırlar. Deyişlerinde cümle yapısı
bakımından da bir özellik yoktur. Arapça ve Farsçanın kurallarıyla yapılmış
tamlamaların ve bileşik sıfatların dilimizden atılamayacağına ve bu dillerin
yardımı olmadan Türkçe edebî bir eser yazılamayacağına inanmışlardır. Türkçe
onlar için de Osmanlıcadır.
20.
yüzyıla girerken henüz sade yazan yok yani öyle mi?
Kişiliklerinin ve sanat
zevklerinin kuvveti ile Türk dilinin güzelleşmesine hizmet edenler oldu.
Bunların en başında Refik Halid Karay’ı kaydetmek gerekir. Yakup Kadri
Karaosmanoğlu'nun hikâyelerinin dilini de, o zamanın güzel ve temiz Türkçesi
olarak kaydedebiliriz. Nazımda da İbrahim Alâeddin Gövsa, Mithat Cemal Kuntay
ve Mehmed Akif’in şiirleri o zamanki Türkçenin en güzel örneklerindendir. Rıza
Tevfik’in halk şairleri diliyle yazdığı koşmalar da deyişi ve özentisiz diliyle
çok sevildi. Hatta millî edebiyatın örnekleri sayıldı. Mütareke yıllarında
Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı Atay, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin
ve Peyami Safa tanzimattan beri özlenen sade Türkçeyle yazdılar. Yani bu
Türkçe, içinde yabancı tamlamalar bulunmayan, fakat yerine göre en koyu Arapça
ve Farsça kelimeler de bulunabilen bir Türkçedir. Cumhuriyetten önceki devrin
edebî dili işte budur.
Cumhuriyet
devrine gelelim öyleyse.
Bu devirde “ dilde sadeleşme”
meselesi etrafındaki yazışmalar da devam eder. Ancak, hücumlar eski hızını
kaybetmiş, koyu “muhafazakârlar” susmuş, yahut yumuşamış, tartışmalar
durmuştur. Türk dilinin yapısına göre meydana getirilen yeni alfabe, Arapça ve
Farsça kelimelerin Türkçeye olan yabancılığını büsbütün ortaya çıkarmıştı.
Dilimize ve yazımıza uymayan yabancı kelimeleri atmak ve onların yerine Türkçe
karşılıklarını bulup koymak isteği yeniden belirdi. Dilde sadeleşme, bir akım
halini aldı. Kalem sahipleri bu konu üzerinde durdular; yabancı kelimelere
karşılık bulma gayretiyle çalışmaya koyuldular. Şüphe yok ki, bu çalışmalar
kişiye göre, hatta biraz da keyfe göre gelişigüzel oluyordu.
Kelimelerin
Arapça ve Farsça kökenli diye sistemli olarak dilden atılması bir kurum çatısı
altında gerçekleştirildi ama değil mi?
Atatürk’ün direktifi ile 12
Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu. Türk Dili Tetkik Cemiyeti, Ankara’da
merkezini kurduktan sonra, ilk iş olarak “halk ağzından söz derleme” konusunu
ele almıştır. Derleme işi 1933 yılının ilk ayında başlamış ve on dokuz ay
içinde Ankara’da biriken fişlerin sayısı 130.000'e varmıştır. Çalışmaların
hızlanmasını isteyen Atatürk, 8 Mart 1933 akşamı Türk Dili Tetkik Cemiyeti
üyelerini Çankaya’ya çağırmış, yapılan toplantıda işler gözden geçirilerek,
Osmanlıcadan Türkçeye karşılık arama programı hazırlanmıştır. 12 Marttan 2
Temmuza kadar üç buçuk aylık bir süre içinde 1382 Arapça ve Farsça söz, liste
üste gazetelerle ve radyo ile yayımlanmış, gelen karşılıklardan 1100 tanesi
anket komisyonunca seçilmiş, bunlardan 640 tanesi merkezce kabul edilmiştir.
Yabancı kelimelere karşılık bulma gayreti 1935 yılı sonuna kadar devam eder.
Fakat iş o hâle gelmişti ki, herkes gelişigüzel bulduğu kelimelerle yazı
yazıyor ve yazılar, sahibinden başkasının anlamasına imkân olmayan bir şekil
alıyordu. Daha tuhafı, Türkçe kelimelere bile karşılık arayıp bulanlar vardı.
İş yolundan çıkmış, üzücü bir hâl almıştı.
Dilimize
Arapça ve Farsça kelimelerin girmesi normal bir şey değil miydi?
Ümmet çağında Arap ve Fars
dillerinden kelime almakta zorunluluk vardır. İslâm dini ve bu dine dayanan
hukuk, tasavvuf ve ahlâk sistemleri bu bilimlerle ilgili birçok kavramların,
terim ve deyimlerin dilimize girmesini gerektirecekti. Fars Dili de edebiyat
yoluyla elbet birçok kavramlar, kelimeler ve deyimler getirecekti.
Kelime
uydurma faaliyetleri bugün ciddi biçimde eleştiriliyor. Kelimeler uydurulamaz
mı sizce?
Kelimeler gökten inmez, yapılır.
İlk insanlar tabiatta gördükleri nesneleri adlandırmak isteyince buldukları
ilişkiye göre her birine ad takmışlar, gitgide her nesne ve her ihtiyaç için
birer kelime uydurarak konuşma ve anlaşma aracı olan dili meydana
getirmişlerdir. Osmanlıca da uydurma kelimelerle doludur. Bizim Arapça diye
kullandığımız kelimelerin çoğunu Araplar bilmez. Meselâ yetki anlamında
"salâhiyyet" Arapça sözlüklerde yoktur. Salâh ve salâhat kelimeleri
vardır ve başka anlamlara gelir. Bunun gibi nezaket ve felâket kelimelerini de
biz uydurmuşuz. "Münakaşa" Arapçada "bir kimsenin muhasebesinde
gereği gibi incelemede bulunmak anlamına geldiği hâlde biz bu kelimeyi büsbütün
başka anlamda kullanmaktayız.
Dil
devrimine tepki olarak uydurulmuş kelimeleri kullanmamaya çalışanlar oluyor.
Örneğin "örneğin"e karşı çıkanlar var hâlâ.
Örneğin kelimesini
beğenmiyorlarsa kullanmasınlar. "Sorun", "bilinç" gibi
kelimeleri bilmiyorsa öğrensinler ama. Öğrenmezlerse yeni kuşaklardan
uzaklaşmış olacaklar. Hem neden yazılarında eleştirme, belge, gelenek, önem,
yetki, ilgi, durum, toplum gibi kelimeleri kullanıyorlar? Demek farkında
olmadan devrimin içindeler. Beğenmediğimiz kelimeler için telâşa yer yoktur.
Kim hangi kelimeyi kullanırsa kullansın, beğenilenler tutulacak,
beğenilmeyenler unutulup gidecektir.
Attığımız
Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin yerine Türkçesini uyduramadığımız için
Batı kökenli sözcükleri kullandığımız da oluyor.
Batıya yönelmiş olduğumuza göre
Türkçe karşılığı bulunmamış kavramlarda oradan gelen kelimeleri düşünmeden
kullanıyoruz. Meselâ seciye yerine karakter, amelî yerine pratik, hikmet-i
tabiiyye yerine fizik diyoruz. Buna karşın mevsim yerine sezon, hizmet yerine
servis, sanayi yerine endüstri kelimelerini kullanmak yersizdir. Ağır olmayan,
dilin durumuna aykırı düşmeyen sözcüğü yeğlemek en doğru bir tutumdur.
Son
yıllarda bilhassa sosyal medya kanalıyla gençler arasında Türkçenin tahrif
edildiğine şahit olmaktayız. Bu problemi nasıl aşabiliriz?
Okumuş, öğrenim görmüş kişilerin
ağzında bile "ayriyeten" gibi yanlış ve bozuk kelimeler dolaşıyor.
Gençler ve çocuklar argo diliyle konuşuyor. Bu akım öyle yaygın bir hâl
almıştır ki ana baba bile çocuğun ağzıyla eve ve aileye taşınan bu sakat
akımdan kendini kurtaramıyor. Türk dili, acemi ve beceriksiz kalemler yüzünden
gittikçe hırpalanıyor. Cümle yapısı alt üst oluyor. Selika bozuluyor. Bunun
çaresi anadiline saygıdır. Anadiline saygı, önce onu bilerek sevmek, sonra da
doğru ve düzgün kullanmakla olur. Bu saygının yüksek katı ise anadilini yabancı
dillerin salgınından koruyarak kendi yapısı içinde işleyip zenginleştirmeye
çalışmakla çalışmakla gösterilir. Bu da sanatçıların, bilginlerin ve eli kalem
tutan bütün yazarların görevidir.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder