Lev Nikolayeviç Tolstoy, kuşkusuz
dünyadaki gelmiş geçmiş en iyi edebiyatçılardan birisi. Özellikle kaleme aldığı
romanları, yaşadığı zamandan bugüne kadar okuyanlarını büyülemeye devam ediyor.
Edebiyatın bir sanat olması hasebiyle edebiyattan bu kadar iyi anlayan bir yazarın
mutlaka sanata dair de söyleyecekleri bir şeyler vardır diye bu sefer
mikrofonumuzu Tolstoy’a uzattık. “Sanat”ın ne olduğunu/olmadığını öğrenmeye
çalıştık. Kendisi de bu konu etrafında yaklaşık 15 yıldır yoğun bir biçimde
düşünüyormuş zaten. Şimdi sizi yaptığımız bu enfes röportajla baş başa
bırakalım:[1]
Yüksem
müsaadelerinizle doğrudan konuya girelim üstadım, sanat nedir?
“Sanat, güzeli ortaya çıkaran
etkinliktir.” der ortalama insan. “Sanat buysa, bale ve operet de sanat o
zaman?” diye sorarsınız siz de. “Evet,”
der ortalama insan, hafif ikircikli, “iyi bir bale ve sevimli bir operet de
güzeli ortaya çıkarabildikleri ölçüde sanattır.” İyi bir balenin iyi
olmayanından, sevimli bir operetin sevimli olmayanından nasıl ayırt edileceği
gibi, yanıtlamakta çok zorlanacağı bir soru yerine, ortalama insana
kostümcünün, bale ve operetlerde oyuncuların yüzlerini de boyayan berberin
etkinliklerinin, sonra terziliğin, parfümericiliğin, aşçılığın sanat olup
olmadığını sorun, çoğu kez alacağınız yanıt bu etkinliklerin sanat alanına
girmediği olacaktır. Ortalama insanın buradaki yanılgısının tek nedeni, onun
ortalama insan olması, uzman olmaması, estetik sorunlarıyla ilgilenmemesidir.
Ortalama insan için sanat,
güzel’in ortaya çıkmasıdır; güzel ile çözülemeyecek sanat sorunu yoktur. Peki
ama güzel nedir, ortalama insanın sanatın içeriğini oluşturur dediği güzel?
Nasıl anlaşılır, belli işaretleri mi vardır? Bu tür durumlarda hep olduğu gibi,
bir kavram ne kadar kapalı, ne kadar anlaşılmaz ise, insanlar o kavramı dile
getiren sözcüğü o kadar büyük bir cüret ve kendine aşırı güvenle kullanıyorlar;
bu sırada da, “o sözcükle anlatılmak istenen şey o kadar basit ki, ne demek
olduğu üzerinde konuşmaya bile değmez” şeklinde bir havaları oluyor. İşte
günümüzde güzellik kavramına ilişkin olarak da böyle yapıyorlar. Güzellik
sözcüğüyle anlatılmak istenenlerin herkesçe zaten bilindiği varsayılıyor. Oysa
bu bilinmeyenlerle dolu bir konu; Baumgarten’in estetiğin temellerini attığı
1750 yılından bu yana yüz elli yıldır konunun en derin uzmanlarınca, bilginlerince
yazılmış yığınla kitaba karşın, güzel denen şeyin ne olduğu hâlâ anlaşılabilmiş
değil; estetik üzerine yazılan her yeni kitapta yeni bir tanım öneriliyor güzel
için. “Güzel” sözcüğünün ne anlama geldiği, yüz elli yıldır yüzlerce bilginin,
binlerce sayfa yazıda öne sürdükleri onca görüşe karşın hâlâ bilinemezliğini
koruyor.
“Güzel”
kavramıyla “iyi” kavramı arasında bir irtibat var mıdır?
İnsan güzel olabilir, at, ev
güzel olabilir, bir manzara, bir hareket güzel olabilir; ama davranış, düşünce,
karakter, müzik… eğer beğenmişsek iyidir, hoştur; beğenmemişsek iyi değildir,
hoş değildir. Güzel, ancak göze hoş gelen, görüp de beğenilen şeyler için
kullanılır. Yani, iyi kavramı güzeli içerir, ama bunun tersi doğru değildir:
Güzel, iyiyi içine alabilecek kapsamda değildir. Dış görünüşüne belli bir değer
yüklediğimiz bir nesne için “iyi” dediğimizde, bununla bu nesnenin aynı zamanda
güzel olduğunu da söylemiş oluruz; ama bir şey için “güzel” diyorsak, bu asla o
şeyin aynı zamanda iyi de olduğu anlamına gelmez.
Ya
estetik bilimine göre tanımlarsak “güzel”i?
Güzeli tanımlarken sanat
kavramına yer vermeyen, güzeli yararlılık, amaca uygunluk, simetri, düzen,
oranlılık, düzgünlük, uyumluluk, farklıların birliği… ya da temelini bu kavramların
oluşturduğu değişik formülasyonlara yer veren belirsiz, sisli, puslu güzel
tanımlamalarını – doyuruculuktan çok uzak tanımlama girişimlerini– bir yana
bırakacak olursak, güzele getirilen bütün estetik tanımlamalar iki ana görüş
çevresinde toplanabilir:
Bunlardan ilki nesnel, mistik,
güzeli götürüp yüce mükemmeliyete, Tanrı’ya bağlayan, onunla karıştırıp kaynaştıran
fantastik, ayakları yere basmayan bir tanım; öbürü ise, bunun tam tersi, son
derece yalın, açık, anlaşılır, öznel bir tanım: “Güzel, hoşlandığımız şeydir.” (Burada
hoşlanma içine “çıkar amacı olmaksızın”ı eklemiyorum, çünkü hoşlanma
sözcüğünde, yarar çıkar gibi şeylerin olmadığı kendiliğinden anlaşılıyor.) Bir
etkinliğin tek amacı bize verdiği haz ise eğer, ve biz o etkinliği salt bu haz
nedeniyle tanıyor, tanımlıyorsak, böylesi bir tanıma tanımlamanın sahte
olduğuna kuşku yok. Sanatın tanımlanması konusunda da aynı durumla karşı
karşıyayız. Örneğin beslenme konusu tartışılırken, bir gıdanın önemini, onu
yerken duyduğumuz hazda aramak kimsenin aklına gelmez. Herkes kabul eder ki, zevkimizin
tatmin olması, hiçbir zaman bir gıdanın kalitesinin belirlenmesinde ölçüt
olamaz; o bakımdan da Kaen biberi, Limbourg peyniri, alkol vb. ile birlikte yemeye
alıştığımız ve bizim çok hoşumuza giden bir yemeğin, insanın alıp alabileceği
en iyi besin olduğunu iddia etmeye hiçbir hakkımız yoktur. Sanatın amacını,
ereğini bizim ondan aldığımız hazda bulmanın, herhangi bir gıdanın amacını,
önemini ondan aldıkları hazda bulan ve ahlaksal gelişmenin en alt basamağında
bulunan insanların (vahşilerin örneğin) tutumlarından hiçbir farkı yoktur.
Sanatı doğru tanımlayabilmek için
her şeyden önce onu bir haz aracı olarak görmekten vazgeçmek, onu insan yaşamının
koşullarından biri olarak görmek gerek. Sanatı böyle görmeye başlarsak, onun
insanların birbirleriyle ilişki kurmalarının araçlarından biri olduğunu da
görürüz.
Sanatın
bir sınırı var mıdır? Yani şiir, müzik, resim vs. bildiğimiz şeyler dışında
olan şeylerde sanat yoktur diyebilir miyiz?
Biz yalnızca okuduğumuz şiir,
öykü ve romanları, izlediğimiz oyun, yontu ve resimleri ya da dinlediğimiz müziği
sanat olarak görmeye alışmışız… Ama bunların tümü yaşamımızda sürekli paylaşıp
durduğumuz sanatın küçücük bir parçasıdır ancak. Yoksa, insanın bütün yaşamı
beşikten mezara dek hep sanatla doludur:
Ninniler, bilmeceler, evlerimizin
süsleri, öykünmeler, fıkralar, giysilerimiz, kiliselerde kullanılan gereçler, bayramlık
eşyalar hep sanat yapıtlarıdır, sanatın etkinlik alanına giren şeylerdir. Biz
duyguları yansıtan bütün insanî etkinlikleri değil, bu etkinliklerden her
nedense ayırdığımız ve özel önem verdiğimiz, özel anlam yüklediğimiz bazı
etkinlikleri sanat olarak adlandırıyoruz yalnızca.
Sanatta
ahlâk hususunda ne buyurursunuz?
Eskiden, insanın ahlâkını bozan
nesnelerin sanat nesneleri arasına girmesinden korkulur ve bunlar tümden yasaklanırdı.
Şimdiyse, sanatın verdiği herhangi bir hazdan yoksun kalmaktan korkuluyor ve ne
yapılıp edilip bunun korunmasına çalışılıyor. İkinci şaşkınlığın ilkinden çok
daha kaba olmakla kalmayıp, verdiği sonuçlar bakımından da çok daha zararlı
olduğunu düşünüyorum.
Bütün toplumlarda her zaman,
neyin iyi neyin kötü olduğuna dair o toplumun bütün üyelerince paylaşılan dinî
bir şuur söz konusudur ve sanatın aktardığı duyguların çokluğunu belirleyen de
bu dinî bilinçtir. O bakımdan her halkta her zaman o halkın ortak dinî bilincinden
kaynaklanan duyguları yansıtan sanat iyi sanat olarak kabul edilir ve teşvik
edilir; bu ortak dinî bilinçle uyum içinde olmayan duyguları yansıtan sanat
kötü kabul edilir, yadsınır; bunların dışında kalan muazzam sanat alanı ise –o
sanat alanı ki, insanların birbirleriyle ilişki kurmalarının aracıdır– tümüyle
görmezden gelinir ve ancak döneminin dinsel bilincine ters düştüğü zaman yadsınır.
Bu bütün halklarda böyleydi: Greklerde, Yahudilerde, Hintlilerde, Mısırlılarda,
Çinlilerde…
Maalesef
bu önemsenmiyor artık. Hatta aşk mefhumunun kirletilerek cinsel temele dayanan
arzuları ifade eden bir kavram haline gelmesi, biraz da bu sanat eserleri
yüzünden oldu gibi.
Boccaccio’dan Marcel Prévost’ya
dek, roman ya da şiir kimin yapıtını açsanız, karşınıza çıkan tek şey, değişik görünümleriyle
cinsel aşk. Zina, yalnız en sevilen değil, nerdeyse biricik konusu oldu bütün
romanların. İçine bir bahaneyle çıplak kadın sokulmamış temsil, temsilden sayılmıyor
artık. Romanslar, şarkılar bile şu ya da bu ölçüde şiirselleştirilmiş
cinsellikten başka bir şey dile getirmiyor.
Fransız ressamlarının çoğunun
yapıtlarına egemen olan konu yine çıplak kadındır. Yeni Fransız yazınından
ister bir şiiri alın, ister bir romanı, çıplaklığın betimlenmediği ve yerli
yersiz birkaç kez –en az iki kez– pek sevilen “nü” kavramının ve bu sözcüğün
geçmediği tek bir sayfa bulamazsınız. Yakalandıkları hastalıktan dolayı yaşamları
cinsel bayağılıklara odaklanmış bu insanlar, dünyada herkesin kendileri gibi
olduğu kanısındaydılar sanki. İşte Avrupa ve Amerika’da bütün sanat dünyası erotomaniadan
mustarip bu zavallılara öykünüyor. İnançsız ve ayrıcalıklı bir yaşam
sürmelerinden dolayı varlıklı sınıfların sanatı içerik olarak yoksullaştıkça yoksullaştı
ve gitgide kibir, şöhret, yaşamdan duyulan iç sıkıntısı ve en önemlisi, cinsel
tutkuya indirgendi.
Sürekli
yeni akımlar ortaya çıkarak sanat anlayışlarının değişmesine ne diyorsunuz?
Toplumda sanat, hayatın ciddi ve
önemli bir alanı olarak değil, yalnızca eğlence olarak görülüyor. Eğlenceninse,
her türlüsü değişmeden yinelenip durduğu zaman bıkkınlık verir. İşte bunu
önlemek için işin içine yenilik katmak gerekir. Boston bıktırdı mı, viste
buyurun; ondan da bıktıysanız preferans emrinize amade; preferanstan
usandığınızda… yeni, başka bir kağıt oyunu bulursunuz vb. İşin özü aynı kalır,
değişiklik yalnız biçimseldir. Sanatta da böyledir bu: İçerikteki
sınırlanmışlık öyle bir noktaya varır dayanır ki, ayrıcalıklı sınıfların
sanatçısına artık her şey söylenmiş, söylenecek yeni hiçbir şey kalmamış gibi
gelmeye başlar. Ve bu noktada sanatlarını yenilemek için biçimde yenilikler
aramaya başlarlar.
Ortaçağda
hem Müslüman hem de Hristiyan dünyasında din ile iç içe olan sanat nasıldı peki?
Halk yığınlarıyla aynı duygu,
aynı din temelini paylaşan ortaçağ sanatçıları, duygularını ve ruh durumlarını mimarlık,
yontu, resim, müzik, şiir, dram gibi sanat alanlarına yansıtırken hiç kuşkusuz
gerçek birer sanatçıydılar ve onların sanatsal etkinlikleri, bugün bize her ne
kadar basit görünse de, kendi zamanları için bütün halkın paylaştığı, anladığı
üstün etkinliklerdi.
Sonrasında
Batı’nın kültür emperyalizmi ile birlikte sanat emperyalizmi de yaparak
“sizinki sanat değil, asıl bizim yaptığımız sanattır” dayatması oldu.
Bizim sahip olduğumuz sanat
herkesin sanatıdır, bu sanat tek gerçek sanattır, biricik sanattır diyoruz…
Oysa yalnızca insanlığın üçte ikisi de değil, bütün Asya ve Afrika halkları bu
biricik yüce sanattan habersiz biçimde yaşayıp ölüyorlar. Bu da bir yana, bizim
Hıristiyanlık dünyasını bile ele aldığımızda insanların herhalde yüzde birinden
daha azı yararlanıyordur şu herkesin sanatı dediğimiz sanattan; Avrupalı
Hıristiyan insanlarımızın yüzde doksan dokuzu ise, kuşaklar boyunca yoğun bir çalışma
temposu içinde, bu sanatın zevkinden yoksun olarak yaşayıp ölüyorlar; –durum
böyle olmayıp da yararlanmak olanağı bulmuş olsalardı bile, herhalde hiçbir şey
anlamayacaklardı bu sanattan. Bize verilen estetik kuramlar sonucunda, sanatı
ya düşüncenin, Tanrı’nın, güzelliğin en yüce tezahürlerinden biri ya da en yüce
manevi haz olarak kabul ederiz; bunun dışında kabul ettiğimiz bir başka şey de,
bütün insanların maddi değilse bile manevi nimetler alanında eşit haklara sahip
olduğudur; ama öte yandan Avrupalı insanlarımızın yüzde 99’u, bizim
–kendilerinin asla yararlanmayacakları– sanatımızı üretebilmemiz için gerekli
işleri yapmak adına dur durak bilmeksizin çalışırlar, ölürler; ama biz buna karşın
gayet sakin bir şekilde, ürettiğimiz sanatın herkesin sanatı olduğunu, hakiki,
gerçek, biricik, sanat olduğunu savunuruz.
Sanat
sadece seçkin insanlara hitap eden bir şeydir midir?
Varlıklı sınıftan birine haz
veren şey bir işçi için hiçbir anlam taşımaz, onda hiçbir duygu uyandırmaz ya
da varlıklı, avare, doygun insanda yarattığı duyguların tam tersi duygular
uyandırır. Günümüzün sanatının içeriğini oluşturan onur, yurtseverlik, aşk gibi
duygular bir emekçide yalnızca şaşkınlık, küçük görme ya da öfke gibi duygular
uyandırır. İşçilere boş zamanlarında –genel olarak kentlerde yapıldığı gibi–
konserlere, resim sergilerine gitme, kitaplar okuma, özetle bugünün sanatını
oluşturan her şeyden yararlanma olanağı sağlansa, avareler, tembeller takımına
uzak kalabildiği ölçüde –başka bir deyişle işçi kalabildiği ölçüde– bizim şu ince
sanatımızdan hiçbir şey anlamayacaktır; anlasa bile anladıklarının çoğu onun
ruhunu yüceltmek şurada dursun, tam tersine onda ahlâk fesadına yol açacaktır.
Sonuç olarak, yüksek sınıfların sanatının bütün halkın sanatı olamayacağı
konusu, düşünen insanlar için, içtenlikli insanlar için en ufak kuşkuya yer
bırakmayan apaçık gerçekliktir. O nedenle de, sanat eğer önemli bir şeyse,
–sanata tapınanların sevdikleri deyişle– tıpkı din gibi bütün insanlara gerekli
bir ruhsal esenlik işiyse, o zaman herkes onu kolayca anlayabilmelidir. Sanat
eğer bütün halkın sanatı olmazsa, iki ihtimal söz konusu demektir: Ya sanat öne
sürüldüğü gibi önemli bir iş değildir ya da bizim sanat olarak adlandırdığımız
sanat önemli bir iş değildir.
Yani
“bunu herkes anlayamaz” denilen eserlerin sanat eseri olmadığını mı
düşünüyorsunuz?
Harika bir sanat eseri, ama
anlaşılması çok, çok zor! Pek sık duymaya başladığımız için artık kimseyi
şaşırtmıyor bu türden sözler. Oysa bir sanat yapıtının güzel ama anlaşılmaz
olduğunu söylemenin, bir yemeğin çok iyi, çok lezzetli, çok besleyici olduğunu,
ama onun insanların yiyemeyeceğini söylemekten bir farkı yoktur. Çarpık zevkli
yemek uzmanları istedikleri kadar harika bulsunlar, insanlar küflenmiş peynir,
kokmuş tavuk gibi yiyecekleri sevmeyebilirler. Yiyecekler ancak insanlar onları
beğeniyorsa güzeldir. Sanat için de bu böyledir: Çarpık sanatı anlamaz
insanlar, iyi sanat her zaman herkes tarafından anlaşılır.
Üstün sanat yapıtları büyük
çoğunluk tarafından anlaşılamaz deniliyor; bunlar bu üstün eserleri
anlayabilecek donanıma sahip seçkinler tarafından anlaşılabilirmiş ancak. Peki,
madem çoğunluk anlayamıyor, anlatın o zaman, o eseri anlamak için gerekli
bilgiler neyse onları verin insanlara. Ama galiba böyle bilgiler yok ve o eserleri
açıklamak, anlatmak mümkün değil; o yüzden de iyi sanat eserleri çoğunluğun
anlayamayacağını söyleyenler, herhangi bir açıklama yapmak yerine, bu eserlerianlayabilmek
için onları tekrar tekrar okumak, dinlemek ya da seyretmek gerektiğini
söylüyorlar. İyi ama bu, insanları o eserlere alıştırmak olmuyor mu? İnsan her
şeye alışabilir, en kötü şeye bile. İnsanlar kokmuş yiyeceğe, votkaya, sigaraya,
afyona alıştırıldığı gibi, kötü sanata da alıştırılabilir; alıştırılıyor da
nitekim. “İyi sanat geniş halk yığınlarınca anlaşılmaz.” Kesinlikle doğru değil
bu görüş. Geniş halk yığınlarının anlamadıkları sanat vardır, kuşkusuz; ama bu
ya kötü sanattır ya da hiç sanat değildir.
Güzel bir söz, söylendiği dili
bilmiyorsanız eğer, anlaşılmaz olabilir. Çince söylenmiş bir söz ne kadar güzel
olursa olsun, bana hiçbir şey anlatmaz, çünkü ben Çince bilmiyorum. Sanat
yapıtınınsa ayrıksılığı tam da bu noktadır işte: Sanat yapıtının dilini herkes
anlar, ayrım gözetmeden herkesi sarar sarmalar sanat. Çinli’nin ağlaması ya da
gülmesi tıpkı Rus’un ağlaması gülmesi gibi etkiler beni; resimde de böyledir
bu, müzikte de, – benim anladığım dillerden birine çevrilmişse eğer– şiirde de…
O
halde bir esere sanat eseri demek için sizin kriterleriniz nelerdir?
Yepyeni, insanların daha önce hiç
yaşamadıkları duyguları yansıtan eserler gerçek sanat eserleridir. Tıpkı bir
düşünce eserine düşünce eseri denilebilmesi için, onun bilinen düşünce ve
tasavvurları yinelemek yerine, yepyeni düşünce ve tasavvurlara yer vermesi
gerektiği gibi, bir sanat eserinin de sanat eseri olabilmesi için, insanların gündelik
yaşamlarıyla ilgili olarak –önemli ya da önemsiz, az ya da çok– yeni duygular
sunması gerekir. Çocukların ve gençlerin daha önce hiç tanımadıkları duyguları yansıtan
sanat eserlerinden çok etkilenmelerinin nedeni de bundan başka bir şey
değildir.
Hep
sanattan bahsettik. Biraz da onu yapandan söz edelim. Kimdir sanatçı?
Gerçek bir sanat eseri
üretebilmek için kimi koşulların yerine getirilmesi gerekir. Bir kez, böyle bir
işe kalkışmış kişinin dünyayı kavrayış açısından zamanına göre yüksek bir
düzeyde bulunması gerekir ki, belli birtakım duyguları yaşayabilsin ve bunları
insanlara aktarma arzusu duyup, bunun imkânlarını yaratabilsin. Tabii bir de,
herhangi bir sanat dalına karşı yetenekli olunması gerektiğini de unutmamak
gerek. Gerçek bir sanat eseri üretmek için zorunlu olan bu koşullar pek seyrek
olarak bir araya gelirler. Ödünçleme, öykünme, şaşırtma, ilginçlik dediğimiz
yöntemlerle bir sanatımsı, sanat benzeri üretmek için ise –ki doğrusu bizim
toplumda oldukça yüksektir bunların karşılıkları– herhangi bir sanat dalında, sıkça
rastladığımız, ortalama bir yetenek yeterlidir. Burada yetenek derken,
kastettiğim şey beceri. Örneğin söz sanatlarında, düşüncelerini, izlenimlerini
zorlanmadan dile getirebilme, karakteristik ayrıntıların ayırdına varma ve
bunları unutmama; plastik sanatlarda çizgi, form ve renklerin ayırdına varma;
müzik sanatlarda ses aralıklarının ayırdına varmak ve seslerin birbirlerini izlemelerindeki
ilişkiyi hiç unutmama becerisidir burada söz konusu olan. Günümüzde bu
becerileri olan biri, bir de hangi sanat alanında etkinlikte bulunacaksa, o
sanatla ilgili taklitçiliğin tekniklerini ve uygulamaya ilişkin kimi yöntemleri
öğrendi mi, eğer estetik duygusunda eserini berbat edecek bir körelme yoksa ve
eğer sabrı da varsa, ömrünün sonuna dek, bizim toplumda sanat diye benimsenen,
gerçekteyse yalnızca birer sanat benzeri, sanatımsı olan eserler üretebilir.
Bahsettiğiniz
sanatsal yetenek nasıl bir şeydir?
Sanat, bir başkasının yansıttığı
duyguları görerek ya da duyarak algılayan birinin, bu duyguların aynısını
yaşaması temeline dayanan bir etkinliktir. Bunun en basit örneği şudur: Gülen
birini gördük mü, biz de neşeleniriz; ağlayan biri ise bizi hüzünlendirir;
birinin kızıp köpürdüğüne tanık olduğumuzda bir süre sonra biz de aynı havaya
gireriz. Sesiyle, davranışlarıyla güç, kararlılık –ya da tam tersi, bezginlik,
yılgınlık– yansıtan birinin bu hali, havası başkalarına da geçer. Acıdan
kıvranan, inleyen bir insanın acısı; belli bir kişiye, nesneye, olaya karşı
hayranlık, korku ya da saygı vb. duygular duyan birinin bu duyguları
başkalarına da bulaşır, onlar da aynı duyguları duymaya başlar. İşte sanat adı
verilen etkinlik de, esas olarak insanların duygularını başkalarına bulaştırma
yetenekleri diyebileceğimiz bu yeteneğe dayanır.
Madem
yeri geldi, Güzel Sanatlar Fakültesi ve sanat eğitim merkezlerinde eğitim
alanlara değinelim isterseniz. Sanatçı yetişir mi buralardan?
Hiçbir okul insanda ne bir duygu
uyandırabilir, ne de insana sanatın özünün ne olduğunu –kendine özgü yöntemle
bir duygunun nasıl ortaya çıkarılabileceğini– öğretebilir. Okulda
öğretilebilecek tek şey, sanatçıların yaşadıkları duyguları başka sanatçılara
nasıl aktarabildikleridir. Ve sanat okullarında öğretilmekte olan da bundan
başka bir şey değildir; ancak böylesi bir eğitim, gerçek sanatın yayılmasına
herhangi bir katkı sağlamadığı gibi, tam tersine, sanat adı altında taklit
sanatın yayılmasına katkıda bulunarak insanların gerçek sanatı anlamalarına
engel olur, hatta bu konudaki en büyük engeli oluşturur.
Efendim,
son soru: Şimdi bu röportajı okuyup da “Tolstoy da eskide kalmış, yeni sanatı
anlamıyor” diyenler çıkabilir. Var mı onlara söyleyeceğiniz bir şey?
Ben ve benim gibi düşünenler,
“Yeni sanatın eserlerini anlamıyoruz, çünkü bu sanatın anlaşılacak bir yanı
yok, bu sanat beş para etmez bir sanat.” diyebiliyorsak eğer; bizden çok daha
fazla sayıda insan, bizim güzel bulduğumuz sanatı anlamayan, beğenmeyen
işçiler, köylüler, emekçi yığınları da aynı mantıkla, bizim hoşumuza giden
sanatta anlaşılacak, beğenilecek bir yan bulunmadığını, bunun kötü bir sanat
olduğunu söyleyebilirler. Ben belli, özel bir sanata alışkınım, ondan
anlıyorum, sonradan ortaya çıkmış, daha özel bir sanattan anlamıyorum diye,
bundan benim sanatımın gerçek sanat, öbür –anlamadığım– sanatın gerçek olmayan,
kötü sanat olduğu gibi bir sonuç çıkarmaya hakkım yoktur; buradan çıkarabileceğim
tek sonuç olsa olsa şudur: Sanat ne kadar özelleşirse, o kadar anlaşılmaz olur,
ondan anlamayan insanların sayısı o kadar artar; sanat gitgide daha anlaşılmaz
olma yolunda ilerlerken –ki ben de kendi alışkın olduğum sanatla bu yolun bir
yerlerindeyimdir– sayıları gitgide daha da azalacak olan bir avuç seçkin kişi
tarafından anlaşılır olur.
[1] : Bu
hayalî röportaj metni Tolstoy’un “Sanat Nedir?” adlı kitabından iktibaslar
yapılarak oluşturulmuştur.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder